Teoman yeni albümü "Gönülçelen"i anlattı. Ruhi Bey kim? Peki ya 8 yaşında nostalji yapan çocuk? Kim "Teoman Bey, içinizdeki boşluk bir türlü dolmuyor" dedi?
Teoman adını, en sevdiği kitap olan Salinger’ın "Gönülçelen"inden aldığı yeni albümünde hem söz yazma yeteneğini hem de müziğini geliştirdi. Okuduğu şarkı, senaryo ve roman yazma tekniklerini anlatan kitapların etkisiyle çok daha profesyonel bir yazar olmuş artık. Babasının Giresun’daki lakabı olan Ruhi adında bir karakter yaratmış sonunda. "Zamparanın Ölümü 2öde ölen de Ruhi, "İstasyon İstasyonları"nda daha 8 yaşında olduğu halde geçmişi nostaljiyle hatırlayan da, ölümden çok korkan da Ruhi... Ya da Teoman... Ya da Ruhi?
Müziğe gelince, bu kez kayıtları İngiltere’de Park Gate adında Nazareth’in, Suede’in, The Cure’ün ve Blur’ün kayıt yaptığı bir stüdyoda canlı kaydetmiş albümü. Oturma odasının ortasında kocaman bir yatak olan evinde yaptığımız röportaj sırasında ilk kez dinlediğim şarkıları, benim yerime onun anlatması çok daha hayırlı ve faydalı olacaktır diye her şarkının hikayesini tek tek ona anlattırdım.
Anlıyorsun Değil mi? (Barış Manço) / Sevdim Seni Bir Kere (Özdemir Erdoğan):
Bu iki şarkıyı çocukluğumdan beri çok seviyorum. Daha Özdemir Erdoğan’a da Lale Manço’ya da dinletmedim. Onların asıl eve gidip dinlemelerindense, sokakta geçerken duymalarını tercih ederim, sevinirim.
İstanbul’da Sonbahar:
Bu bir on dakikanın öyküsü aslında... İstanbul’u ne kadar çok sevdiğini anlatıyor, sonra mevsim rüzgarlarından çocukluğunu hatırlıyor. İstanbul geliyor aklına, sonra sevgilisi mi, arkadaşı mı belli değil, onu hatırlıyor. Onun orada olmasını istiyor. Yani "Wish You Were Here" parçası
Her şey ölümü hatırlatır
Doktor: İronisi belli olsun diye Eurovision şarkısı gibi aranjman yaptım ona ben "Na-na-na" diye! O depresiflikte kalmasın istiyorum. İnsanların çok derdi var ama tüm bu şikayetlerin ana sebebi aslında kimsenin seni sevmemesi, en azından sevgilinin olmaması olabiliyor. Yani orada söylediğim sosyal bir tema değil de "Benim sevgilim yok". Bir de keyfin yerinde değilken her şeyi negatif görürsün. Bana her şey ölümü hatırlatır mesela. "Öyle büyük ki doktor içimdeki boşluğum, ne koyarsam dolmuyor" tersten bana söylenmiş bir şey. Çünkü "Teoman Bey, içinizdeki boşluk o kadar büyük ki ne koysanız dolmuyor" diyen bir doktorum vardı. Ondan çaldım. Ama bekleme salonunda dört senelik haftalık dergileri görmek hakikaten çok depresif. Ya da keyfin yerinde değilken Beyoğlu’nda yürürsen o selpakçı çocukları, dilencileri, çirkin insanları falan görürsün. Keyfin yerindeyken görmezsin.
İstasyon İnsanları: Oradaki "Ruhi" karakteri benim alter egom. O da babamın ismiymiş. Yani Hasan Bahsi babamın ismi. Ama ona Giresun’da Ruhi derlermiş. Orada herkesin karakterine uygun lakaplar takılır ve gerçek isimleri unutulur. Çok güçlü bir amcam var benim ona da Aslan diyorlar. Babam da çok duygusalmış. Diğer 8 şarkıyla ilgili bir şey daha var. Bu şarkılarda anlatılanların hepsi bir kişinin yaşamı gibi... Yani 8-10 yaşındaki Ruhi büyüyünce "Zampara’nın Ölümü"nde ölecek olan zampara oluyor. Ama benim alter egom Ruhi. "İstasyon İnsanları"nda komik bir şey var. Çünkü 8-10 yaşında bir çocuk var ama dünyaya nostaljik bakan bir çocuğu anlatıyor. "Cennet Plajı otopark olmamışken" diyor. Düşünsene bu çocuk kaç yaşında? Büyük ihtimalle 4 yaşında Cennet Plajı’na gidiyordur. O altı yaşındayken de otopark olmuştur!
Ruhi’nin maceraları sürecek mi?
Evet. Benim aslında öykülerim vardı. Onlarda ana kahramana isim aramaktan kurtuldum. O da Ruhi olacak. Önce Mesut koymayı düşündüm. O da komik. Zeki Müren’in "Mesut Bahtiyar" diye şarkısı var. Çok güzel değil mi? Harika!
Mavi: Zamanı yavaşlatmakla ilgili. Seneler hep akar, hep planlar yaparsın ya.
Siz ölümden mi daha çok korkuyorsunuz, yaşlanmaktan mı?
Valla ben ölümden çok korkuyorum. Eşimiz dostumuz sapır sapır dökülürken o kadar yakın geliyor ki. Onların ölümünden de korkuyorum, kendi ölümümden de. Her sene birkaç yakın arkadaşımı kaybediyorum. Ne yazık ki alkolle falan bağlantılı ölümler. İkisini yangında kaybettim, ikisi de alkollüydü. Biri alkollü olarak balkondan düştü. Çok saçma ölümler. Yavuz (Çetin) atladı. Hiç şaşırmadım ama. Hatta onun adına ben bile rahatlama hissettim. Hakikaten de çok bunalmıştı. "Ah niye yaptı?" diye düşünmedim. Bence doğru karardı.
Hayalperest: Hayalperestlik gençliğe yönelik bir şey ama ben 60-70’inde çok hayalperest insanlar tanıyorum
Bu daha çok hayalperest bir genç kıza yazılmış gibi...
Öyle zaten. Benim aklımda, tanıdığım öyle bir kız da var. Onun için yazdım ama isterim ki yalnızca öyle algılanmasın. Çünkü hayalperestlik sanatın anahtar kelimesi.
Soluk Soluğa: Bir gün kalktım ve odamda öyle bir şey gördüm. Tam akşamdan kalma şarkısı aslında. Sabah kalktım, odada hafif bir alkol kokusu. Etrafta hakikaten buruşuk iç çamaşırları atılmış falan... Bu görüntü hoşuma da gitti. Defteri, kitabı çıkarıp yazdım.
Zamparanın Ölümü (İkinci ve Son Bölüm): Birincisini yaparken niyetim zaten zamparayı öldürmekti. Arkası yarın gibi. Bu şarkıda müzik falan, beste falan yok aslında. Palavra, palavra bir şey bu. Orada yapmak istediğim, aslında genelde yapmak istediğim, uzun uzun sözleri öne çıkarmak. Yani söze dayalı şeyler yapıp, yine de onu insanlara beğendirmek istiyorum. Ne olduğunu anlamasan bile bir şey anlatan bir adam daha hoş. Mesela Serge Gainsbourg dinliyor musun? Acayip ya, meğer Tindersticks her şeyini ondan çalmış.
Şarkılarınızda bahsettiğiniz insanlar kendilerini biliyorlar mı?
Benim dışımda mı? MFÖ, Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil... Özdemir Erdoğan bence kendisine yazık etmiş. Çünkü çok iyi şarkı sözü yazıp, çok güzel besteleri varken, cazın üzerine gitmiş. Benim açımdan tabii... Halbuki çok daha fazla şey yazabilirmiş. Kendi kuşağımda benden iyi yok. Mesela Göksel’i sevdim, Göksel’e bayıldım. O "Düşündüm banka soymayı, uluorta soyunmayı..." hakikaten de benim yazmak isteyeceğim şeyler. O albümde hiçbir hata yok. Çok sevdim.
"İnternette dolaşan özgeçmişim bir tuzaktı"
İnternette size ait olduğu söylenen bir özgeçmiş dolaşıyor. "Ben biseksüelim" falan gibi şeyler yazıyormuş. Bunu siz mi yazdınız?
Ben yazdım. "Biseksüelim" değil ama yanlış ifade etmişim herhalde. O 1991’de bir reklam şirketine yapılmış bir iş başvurusuydu. Oradaki bütün her şeyi ben tuzaklı yazdım. Mesela "Fatih’in Fedaisi" yazdım, halbuki Kara Murat’tır. Ben çizgi filmi severim yazmadım da, o karakter benmişim gibi yazdım. Sonra "biseksüel kadın katil yazarlardan Catherine Tramell’i severim" dedim. Aslında o Sharon Stone’un "Temel İçgüdü"de oynadığı karakter. Oradaki verilerin hemen hepsi hatalı. Daha doğrusu gerçekmiş gibi yazılan kurgulanmış veriler
Görüşmeye çağırdılar mı bu CV üzerine...
Çağırdılar tabii. Hatta bir tanesi eleman falan aramıyordu. "O CV’yi kim yazdı diye merak ettik, onun için çağırdık" dediler
"Aldatıldığımı düşünmüştüm"
Gönülçelen: Albüme sonradan bu şarkının adını verdim. O şarkının bir özelliği var. Ritm çok hızlı yürürken ben daha "bluesy" geriden söylüyorum. Hep yapmaya çalıştığım bir şey bu. "Happy-sad" (mutlu-hüzünlü) bir duygu veriyor. İçinde biraz ironi kalıyor. Şarkı iki kişinin diyaloğunu anlatıyor. Ama sıkmasın, "İki Yabancı"daki gibi sürekli düetlere gidiyor gibi olmayayım diye tek kişiye indirgedim. Kendimi kodladığım bir şarkı. O benim hayatımdan bir şey zaten. Karşının bakış açısından anlatıyorum.
Sözlerine bakarsak ve gerçekse, "aldatıldığınız" ortaya çıkıyor...
En azından ben öyle düşünmüştüm o zaman
Mefaret Aktaş
Teoman Röportajları
Teoman Müzik
25 Haziran 2013 Salı
Sabah Gazetesi - 24Ocak 2001/DENİZ AKKAYA/ 'Akıllı Kadın Her Zaman Daha İyidir'
Zamanımızın rock starı Teoman Yakupoğlu; rüyaların Road Star marka ayakkabılı prensi, ya da kısaca Teo!
İlk gördüğümde seni lahana bebektin gözümde onaltı yaşlarında...
(Metaformoz / Haldun Ural)
Teoman'la, her daim konuk sanatçı olarak abone olduğu genç kız dergilerinin çekimlerinde tanıştık. Şimdilerde, Özcan Deniz'in albümünde Ğüstün bir performans sergileyerek- okuduğu Orhan Atasoy'un 'Gemiler' adlı şarkısının Teoman yorumu, o günlerde piyasaya çıkıyordu. Benim oradaki konumum, albümü piyasaya çıkmış sanatçıya bir dergi çekiminde eşlik eden manken olmaktan ibaretti. Teoman'la ilgili işte böyle bir çekim gününden hatırımda kalanlar, Haldun Ural'ın dizelerindeki fikir ve duyguyla aynıydı.
Aradan yaklaşık iki sene geçti ve Teoman'la yine karşı karşıya oturuyoruz. Bu sefer amaç farklı ama iki yıl önce tanıştığım idealist, komik ve samimi insan yine karşımda. Değişen tek şey, dolu dolu iki başarılı senenin ona verdiği güven yüklü bir ifade... Zevkle yaptığım bu röportajı, birkaç sene sonra 'bir dünya starı' röportajı olarak tozlu arşivlerden çıkarmak dileğiyle...
* Teoman, kıravat takmayalı ne kadar oldu?
Annem evlendi ya, işte en son orada takmıştım.
Teoman'ı, ceketli görebilmiş şanslı kişilerden biriyim aslında. Hisar'da verdiği konseri izlediğimde, seyirci olarak verdiğim karar şu olmuştu: Teoman, karizmasını ceketinin içinde bile gizleyemez...
Olabileceğim şeylerin hepsini alt alta yazdığım zaman bir sürü şey buluyor, hepsine de özeniyordum. Şarkıcılık ise bir tür hobiydi. 80'li yılar, herkes için zor dönemlerdi. Arabesk ve onun çevresinde dolanan müzikal tarzlar iş yapıyordu.
* Arabesk sana ne ifade ediyor dersem...
Öyle çok çok da uzak değil. Bana negatif şeyler hiçbirşey ifade etmiyor. O tarzdaki müzik, benim geldiğim kültürün göstergesi değil. Arabesk dinlemem ama elbette beğendiğim isimler var.
Teoman'ın Türk Sanat Müziği'ni yorumlaması beni şaşırttığı kadar sizi de şaşırtıp gülümsetecek.
Türk Sanat Müziği'nin hayattaki tam karşılığını bulamıyorum. Arabesk, varoşlardan çıkıyor, insanların bir takım özlemlerini anlatıyor. Türk Sanat Müziği ise, kentte yaşayan insanların sarayda yaşarmış gibi şarkılar söylemesi gibi geliyor bana.
Eski bir röportaj alıntısı: 'Popçular salaklar ama iyi ki varlar; beni çok eğlendiriyorlar.'
* Popçular hâlâ seni eğlendiriyor mu?
Yetenek ve kültür olarak hiç müzisyen olmaması gereken insanlar, bir takım avantajları sayesinde (plak şirketi yapımcısını, aranjörünü tanıması, iyi dans etmesi) Türk pop piyasası içerisinde yeralıyor. Ama ben onları pop müziğini yapan müzisyenler olarak görmüyorum. Ben de pop müzik yapıyorum ama asla 'popçu' değilim.
Kişisel fikrimi sorarsanız Teoman'ın yemek kitaplarını okumasını gerekli bulmuyorum. Nasıl olsa, ona börekleri çörekleri ezberinden yapacak birçok aday adayı ellerinde oklavaları, kulaklarında CD çalar, 'Elveda Zalim Dünya' naraları atarak camının altında bekleşiyorlar... Ama ne demişler: 'Çok kadın hiç kadındır oğlum ve unutma YALNIZLIKTIR SONU' 'ZİRVEDE ÖLECEĞİM'
Teoman'ın yılbaşı gecesi Taksim'de yaşanan olayların kahramanları hakkındaki yorumları, beki de ülkemizin trajikomik halini en iyi anlatan ve ortaya koyan cümlelerdi...
Solcu bir yaklaşımla saldırıp ülkücü işareti yapıyorlar. Hem ülkücü, hem komünist. Bilinç diye bir şey yok ortada. Komünist olsalar, en azından iç tutarlılıkları olurdu, zeki olurlardı ama çocuklar hem faşist hem de aptal.
* Peki Televole insanı anarşist yapar mı?
Televole, adamı solcu yapar, faşist yapar dediler. Bence, ikisinin de karması birşey yapıyor.
* Peki 'yeni Mehdi, yeni İsa' tartışmasına son noktayı sen koy...
Bence Mustafa Altıoklar, çünkü tipi uyuyor.
* Hiç yemek kitabı okudun mu?
Bir arkadaşımın hediye ettiği kitabın, en azından resimlerine baktım.
* Teoman, magazin dergilerine soyunur mu?
Onu yapan arkadaşlar var. Bırakalım, güzel güzel yapmaya devam etsinler.
* Sinan Çetin, 'sanat için' deseydi?..
Tercih etmem, ben kıyafeti seviyorum.
* Akıllı kadın mı, güzel kadın mı, zengin kadın mı? Seç bakalım...
Eğer uzun vadeli bir ilişkiyse, akıllı kadın her zaman iyidir. Zenginlik önemli değil ama zengin olması fakir olmasından yine de iyidir.
* Peki ya yıldızının sönme ihtimali...
Bunu nasıl olsa bir gün yaşayacağım. Sonsuza dek yukarı gidemezsin ama yukarıdayken yani zirvede ölmeyi becerebilirsin.
İlk gördüğümde seni lahana bebektin gözümde onaltı yaşlarında...
(Metaformoz / Haldun Ural)
Teoman'la, her daim konuk sanatçı olarak abone olduğu genç kız dergilerinin çekimlerinde tanıştık. Şimdilerde, Özcan Deniz'in albümünde Ğüstün bir performans sergileyerek- okuduğu Orhan Atasoy'un 'Gemiler' adlı şarkısının Teoman yorumu, o günlerde piyasaya çıkıyordu. Benim oradaki konumum, albümü piyasaya çıkmış sanatçıya bir dergi çekiminde eşlik eden manken olmaktan ibaretti. Teoman'la ilgili işte böyle bir çekim gününden hatırımda kalanlar, Haldun Ural'ın dizelerindeki fikir ve duyguyla aynıydı.
Aradan yaklaşık iki sene geçti ve Teoman'la yine karşı karşıya oturuyoruz. Bu sefer amaç farklı ama iki yıl önce tanıştığım idealist, komik ve samimi insan yine karşımda. Değişen tek şey, dolu dolu iki başarılı senenin ona verdiği güven yüklü bir ifade... Zevkle yaptığım bu röportajı, birkaç sene sonra 'bir dünya starı' röportajı olarak tozlu arşivlerden çıkarmak dileğiyle...
* Teoman, kıravat takmayalı ne kadar oldu?
Annem evlendi ya, işte en son orada takmıştım.
Teoman'ı, ceketli görebilmiş şanslı kişilerden biriyim aslında. Hisar'da verdiği konseri izlediğimde, seyirci olarak verdiğim karar şu olmuştu: Teoman, karizmasını ceketinin içinde bile gizleyemez...
Olabileceğim şeylerin hepsini alt alta yazdığım zaman bir sürü şey buluyor, hepsine de özeniyordum. Şarkıcılık ise bir tür hobiydi. 80'li yılar, herkes için zor dönemlerdi. Arabesk ve onun çevresinde dolanan müzikal tarzlar iş yapıyordu.
* Arabesk sana ne ifade ediyor dersem...
Öyle çok çok da uzak değil. Bana negatif şeyler hiçbirşey ifade etmiyor. O tarzdaki müzik, benim geldiğim kültürün göstergesi değil. Arabesk dinlemem ama elbette beğendiğim isimler var.
Teoman'ın Türk Sanat Müziği'ni yorumlaması beni şaşırttığı kadar sizi de şaşırtıp gülümsetecek.
Türk Sanat Müziği'nin hayattaki tam karşılığını bulamıyorum. Arabesk, varoşlardan çıkıyor, insanların bir takım özlemlerini anlatıyor. Türk Sanat Müziği ise, kentte yaşayan insanların sarayda yaşarmış gibi şarkılar söylemesi gibi geliyor bana.
Eski bir röportaj alıntısı: 'Popçular salaklar ama iyi ki varlar; beni çok eğlendiriyorlar.'
* Popçular hâlâ seni eğlendiriyor mu?
Yetenek ve kültür olarak hiç müzisyen olmaması gereken insanlar, bir takım avantajları sayesinde (plak şirketi yapımcısını, aranjörünü tanıması, iyi dans etmesi) Türk pop piyasası içerisinde yeralıyor. Ama ben onları pop müziğini yapan müzisyenler olarak görmüyorum. Ben de pop müzik yapıyorum ama asla 'popçu' değilim.
Kişisel fikrimi sorarsanız Teoman'ın yemek kitaplarını okumasını gerekli bulmuyorum. Nasıl olsa, ona börekleri çörekleri ezberinden yapacak birçok aday adayı ellerinde oklavaları, kulaklarında CD çalar, 'Elveda Zalim Dünya' naraları atarak camının altında bekleşiyorlar... Ama ne demişler: 'Çok kadın hiç kadındır oğlum ve unutma YALNIZLIKTIR SONU' 'ZİRVEDE ÖLECEĞİM'
Teoman'ın yılbaşı gecesi Taksim'de yaşanan olayların kahramanları hakkındaki yorumları, beki de ülkemizin trajikomik halini en iyi anlatan ve ortaya koyan cümlelerdi...
Solcu bir yaklaşımla saldırıp ülkücü işareti yapıyorlar. Hem ülkücü, hem komünist. Bilinç diye bir şey yok ortada. Komünist olsalar, en azından iç tutarlılıkları olurdu, zeki olurlardı ama çocuklar hem faşist hem de aptal.
* Peki Televole insanı anarşist yapar mı?
Televole, adamı solcu yapar, faşist yapar dediler. Bence, ikisinin de karması birşey yapıyor.
* Peki 'yeni Mehdi, yeni İsa' tartışmasına son noktayı sen koy...
Bence Mustafa Altıoklar, çünkü tipi uyuyor.
* Hiç yemek kitabı okudun mu?
Bir arkadaşımın hediye ettiği kitabın, en azından resimlerine baktım.
* Teoman, magazin dergilerine soyunur mu?
Onu yapan arkadaşlar var. Bırakalım, güzel güzel yapmaya devam etsinler.
* Sinan Çetin, 'sanat için' deseydi?..
Tercih etmem, ben kıyafeti seviyorum.
* Akıllı kadın mı, güzel kadın mı, zengin kadın mı? Seç bakalım...
Eğer uzun vadeli bir ilişkiyse, akıllı kadın her zaman iyidir. Zenginlik önemli değil ama zengin olması fakir olmasından yine de iyidir.
* Peki ya yıldızının sönme ihtimali...
Bunu nasıl olsa bir gün yaşayacağım. Sonsuza dek yukarı gidemezsin ama yukarıdayken yani zirvede ölmeyi becerebilirsin.
Bunalım Adam TEOMAN 1.bölüm / Teoman'ı Sevmeyin! İstemiyor (NSTYLE temmuz 2000)
SON ALBÜMÜ ALTI HAFTADA 300 BİN SATAN TEOMAN'A ŞÖHRET 'YORUCU' GELDİ. 'HAYATI VE İNSANLARI BİR TÜRLÜ SEVEMEME' DUYGUSUNUN ŞÖHRETİN AĞIRLIĞIYLA İYİCE YOĞUNLAŞTIĞINI SÖYLEYEN GENÇ YILDIZ "ÇOK MUTSUZUM" DİYOR.
Şebnem Denktaş
Teoman kapak çekimimize yaklaşık iki saat rötarlı geldi. Öğleden sonra olmasına rağmen yeni uyanmıştı ve henüz ayılmamıştı.
Üstelik yorgundu.
Ve hazırlıksızdı.
Enerjisi ancak çekimlere yetti.
Ötesini kaldıramayacaktı. Rica etti, röportajı başka bir tarihe erteledik.
İtiraf etmeliyim ki bu tavrı çevremden epey tepki aldı. Herkes ateş püskürüyordu. "Profosyonel değil!"
"Söz verdi, insan gece vakitlice yatar, her şeye hazırlıklı gelir."
"Kaprisli...", "Ukala...", "Şımarık..."
Onu tek anlayan ben oldum. Çünkü biliyordum ki, Teo hiçbiri değil!
Eski üniversite arkadaşım, hasret giderirken laf arasında bugünlerde peşini hiç bırakmayan o illet duyguyu tek kelimeyle söyleyivermişti: "Mutsuzum!"
Ne çekim, ne konser, ne şan şöhret umrundaydı. Hayata tutunmaya çalıştığı eski günlerdeki kadar sessiz, içe kapalı, karşımda duruyordu. Geniş hayran kitlesinin ilgisi ve sevgisi bile onu 'canladırmaya' yetmiyordu. Çünkü o 'hayatı sevmiyordu', 'kendini insanlara yakın hissetmiyordu.' Bu duyguları, kliplerinden ve şarkılarından çok da sezilmiyordu belki ama şöhretin getirdiği yoğun baskıyla buhranları iyice yoğunlaşınca psikolojik tedavi görmeye başlamıştı.
Tarafsız olabilmek için röportaj sırasında dostluğu bir kenara bıraktık, aldığı ilaçların etkisiyle sergilediği yorgun tavırları görmezden gelerek onunla son albü 17'nin başarısını, albüme büyük etkisi olan sinema tutkusunu ve bunalımdan kurtulma çabalarını 'sizli bizli' konuştuk. Verdiği her yanıt son günlerde hayatına hakim olan 'çekip gitme' duygusunun bir kez daha altını çiziyordu! Kısacası, Teoman gerçekten 'mutsuzdu'!
Son albümünüz geniş bir dinleyici kitlesine ulaştı. Sizi artık sadece genç kızlar değil, genç erkekler, anneler, babalar, genç sevgilileri olan yaşlı erkekler de dinliyor. Bilinçli bir şekilde mi hazırlanmıştınız?
Pek sayılmaz ama şarkılar ortaya çıktıktan sonra müzikal anlamda değiştiğimi, daha doğrusu olgunlaştığımı hissettim. Şarkı sözlerim daha fazla kişiye ulaştı. Ayrıca gençlerin yeni çıkan şeylere karşı daha aç ve uyanık olduklarını düşünüyorum. Yaşlılar öyle değil, çok daha temkinliler. Baktılar ki bu çocuğun daha önce iki albümü var, üçüncüsü de satıyor, eh demek ki bir şeyler var diye düşündüler. Ayrıca şarkılarda herkes kendinden bir şeyler buldu gibime geliyor. Örneğin 17 adlı şarkı. Herkes bir zamanlar 17 yaşındaydı, benim hissettiklerimi onlar da hissettiler diye düşünüyorum. Şarkılarımı beğeniyorlar ama benimle problemleri var, biliyorum. Beni beğenmesinler, sevmesinler, istemiyorum.
Bu tavrınız dinleyiciye fazlasıyla yansıyor. Size kelimenin tam anlamıyla 'uyuz' olan bir kitle var. Bunların çoğunluğunu da hemcinsleriniz oluşturuyor.
Çok da sevilecek bir insan değilim. Çok bunalıyorum. Geldiğim noktadan, yaşadığım hayattan hoşnutsuzum. Çünkü bütün bunlar umrumda değil. Ama her şeyle boğuşmak zorunda bırakılıyorum. Herkesin benimle ilgili fikri var, beni seviyorlar, benden nefret ediyorlar, bana kızıyorlar, sonra beni affediyorlar, bütün bunları benim gıyabımda yapıyorlar. Kendimi gerçekten çok mutsuz hissediyorum.
Yola çıkarken bunların başınıza geleceğini tahmin etmediniz mi?
Asla. İnsanın o zamanlar öncelikli olarak düşünecek başka şeyleri oluyor. Şarkılarımı iyi yapabildim mi, insanlar beğenecek mi, ortaya çıkanlar beni anlatabilecek mi... Bütün bunlar üzerine kafa yorarkenşöhret gelince ne yapacağınız konusunda hazırlanamıyorsunuz bile. İkinci albümün sonlarına doğru başıma gelenleri anladım. Günde 100 telefon gelirken cep numaranı değiştirmişsin neye yarar? Üzerimde korkunç bir baskı var, beni sevenlerin istediklerini yapmaya çalışıyorum ama benim istediklerim ne olacak? Mümkün olduğunca insan ilişkilerinden kaçar oldum, yalnız kalmaya çalışıyorum, eski dostlarımın yanında huzur arıyorum.
Madem bu kadar kötü, müzikten, şandan, şöhretten vazgeçin o zaman.. Cesaretiniz mi yok?
Her an yapabilirim. Kendimi çok kötü hissettiğimde 19. yüzyıl romanlarını okuyorum, oradaki kahramanların yaşamlarına öykünüyorum. Aslında ruhen ben de onlar gibiyim. Günümüzde acayip bir yabancılaşma yaşanıyor. Yaptığınız işe, yaşadığını ilşkiye, kısacası her şeye yabancısınız. İnsanın kendini köksüz hissetmesi gibi. Tutunacak hiç bir şeyimiz yok. Her şey çok hızlı akıyor. Bir şeyleri yakalamaya çalışıyoruz, daha kendimizdeki değişimleri anlamadan çevredeki değişimle ayak uydurmak zorunda kalıyoruz. Oysa ben bir tür yavaşlık peşindeyim. Eskiden insan ömrüyle değişimler bu kadar birbirine zıt akmıyordu, insanlar birbirini 20 sene bekliyordu. Herkesin yıldızlara bakıp sadece düşündüğü, bir-iki şey karaladığı, zamanın verimiyle çok da ilgilenmediği günlerdi. Böyle bir yaşam benim çok daha işime gelirdi. Bir şeyler kaçıyormuş gibi hissediyorum ve hiçbir şeye yetişmek istemiyorum, o kadar doyumsuz bir şey ki bu! Bir yerdeyken mutluyum ama daha mutlu olabileceğim bir yerin olup olmadığını düşünüyorum.
21. Yüzyıl daha da hızlı geliyor üstümüze... Çıkış yolu buldunuz mu kendinize?
Bilmiyorum, işin teknoloji boyutunu bile yakalayamadım ki mantığını yakalamış olayım! İnternet insanı değilim. İlgilenmeye çalışıyorum, belki bir yerinden tutabilirsem hayatın tadını daha fazla alabilirim.
İçinizdeki şiddet duygusu da bundan mı kaynaklanıyor? Bazen röportajlarınızı okuyoruz, her şeyi kırıp dökmek isteyen, insanlara yumruk sallamak için yanıp tutuşan bir Teoman portresi çiziyorsunuz...
Kırıcı ve hırçın olduğum zamanlar çok oluyor. Diyelim ki bir koyda tek başımayım, tamamen başka bir kişilik oluyorum, iyileşiyorum yani. Şehre döndüğümde her şey terse geçiyor, daha taksideyken birileriyle kavga etme duygusu yeniden beliriyor.
Ölene kadar koylarda tek başına yaşasanız...
Yine mutlu olmayacağım. Tekrar kalabalığın içine girmek isteyeceğim. Alternatifini de bulamıyorum, şöyle yaşasam daha iyi olacak diyemiyorum.
Hiç kavga ettiniz mi peki, birilerine şöyle tekme tokat giriştiğiniz oldu mu?
Birkaç kez Ortaköy'de ve Taksim'de büyük kavgalara bulaştım. Ama hep ben dayak yedim. Karşı taraf kalabalıktı. Fazla da cesaretim yok birilerine saldırmaya. Korkuyorum açıkçası.
Herhalde artık bodyguard'la dolaşıyorsunuz...
Asistanım bazen bana eşlik ediyor ama sinemaya, yemeğe giderken yalnız çıkıyorum. Etrafta sürekli kendi adını duymak hiç hoş değil, "bak teoman geçiyor, Teoman burada..." Bunların çoğu sevgi dolu sözler değil. McDonalds'a gittiğimde ağzıma attığım her patatesin birileri tarafından izleniyor olmasından nefret ediyorum ve galiba içimdeki negatiflik dışa yansıdığından insanlar da bu hissi alıyor ve bana saldırmak istiyorlar. Onları da anlıyorum, çekip gidebilsem bu hayattan he şey herkes için daha kolay olacak.
İntiharı düşündünüz mü hiç?
Hayır ama itiraf etmek gerekirse, psikolojik tedavi görüyorum. Yeni başladım, ialç destekli bir terapi uyguluyorlar. Düşünsel boyutta bir problemim olduğu söylendi. Fazla kalıplaşmış, plancı ve analitik bir düşünce yapım var. Şuradan şuraya gideceksem bunun bütün artılarını, eksilerini hesaplıyorum. Herkes yarım saat düşünürse, ben iki saat ölçüp biçiyorum. Hayatı didikliyorum ve bu beni çok yoruyor. Zaten 'yorucu kişilik' teşhisi kondu. Hem kendimi hem başkalarını yoruyorum ve artık daha fazla yorulmak istemiyorum. Kolay bir hayatım olsun istiyorum. Üzerinde düşünlecek şeyler fazlalaşınca bu hale geldim galiba. 33 yaşından sonra düzelir miyim bilmiyorum ama en azından çabalayacağım. Belki gülmeyi öğrenirim, sahnede göbek atarım bir gün...
Teoman ve sinema tutkusuyla ilişkili 2.bölüm TEOMAN'IN KAHRAMANI MARCELLO yu sonra yazarım.
Bunalım Adam TEOMAN 2.bölüm / Teoman'ın Kahramanı Marcello! (NSTYLE temmuz 2000)
Teoman'ın sinemayla tutkulu bir ilişkisi var. Şarkılarını hazırlarken, izlediği filmlerden kendisinde iz bırakan karakterlerin duygulanmalarından yola çıkıyor. Sinema dünyasının ünlü isimleriyle hayalinde dostluk, hatta akrabalık ilişkileri kuruyor. Son albümü 17'yi hazırlarken de 60'lı, 70'li yılların İtalyan ve Fransız filmlerine müzik yaptığını hayal ederek çalışmış. Ünlü sanatçının iç dünyasında sürekli konuştuğu kahramanı Marcello Mastroianni, onu çeken ve 'başka türlü' bir ilişki kurmayı hayal ettiği kadın ise, fırtınalı yaşamıyla Teoman'ın içini titreten Romy Schneider.
Az film çok filmdir!
Aslında çok sinemaya giden biri değilim. Çok az filmi severim ama etkilendiğimde de alt üst olurum. Tıpkı romanlar konusunda olduğu gibi... Son olarak Snow Falling On Cedars'ı gördüm. Upuzun bir filmdi, genelde uzun filmlerden hoşlanmam ama hiç sıkılmadan izledim. Geçen sezondan I Want You'yu unutamıyorum. Filmlerden bir takım görüntüleri, hisleri biriktiriyorum, bunlar şarkılarımı yazarken bana yardımcı oluyorlar.
"Bazen komedi severim bazen dram..
Film zevkim ruh halime göre değişebiliyor. Bazen avam komedileri, action filmleri seviyorum. Tarantino'nun filmlerini eğlenerek izliyorum. Ama beni esas sarsan, yaratıcılığıma etkide bulunan psikolojik boyutlu filmler oluyor. Yönetmen ve oyuncular film seçimlerimde etkili olabiliyor. Diyorum ki bu filmde Marlon Brando var, kesin bayılacağım... Kazanma hırsı berbat bir filmdi örneğin ama Al Pacino'yu izlemeye değerdi. Johnny Depp'i çok başarılı bulmuyorum ama filmlerinin belirli bir standartta olduğunu biliyorum ve mutlaka izliyorum.
Çölde Çay beni vurup geçti.
Çölde Çay beni vurup geçmişti. Hem film hem de roman olarak. Atmosfer ve karakterler öyle betimlenmiş ki allak bullak oluyorsunuz. İnsan davranışına ait ayrıntılarla sarsılıyorsunuz. Filmlerdeki ağlayan, zırlayan insan tiplemeleri bazen hiç etki bırakmıyor bende ama çok durgun iki karakterin diyalogları içimi titretebiliyor. Zaten sinema benim için görüntü değil sadece, diyaloglar daha çok iz bırakıyor.
Keşke Mastroianni gibi yaşayabilseydim!
Kendime yakın hissettiğim, tanışsak iyi bir ilişkimin olabileceğini düşündüğüm ünlü insanlar var. Marcello Mastroianni bunların başında geliyor. Neden diyeceksiniz... O başka biri. 20. Yüzyıl insanların artık pek de tutunacakları bir şeylerinin kalmadığı bir dönem oldu. Kimsenin hiç bir şeye inancı kalmadı. Ben de öyle hissettim hep. Mastroianni'nin hayatı sevme konusunda sakin bir tavrı var. Çok tutunacak bir şeyi olmadığının o da farkında ve kendine ona göre bir yaşam kurmuş. İsterdim ki o konuşsun, ben dinleyeyim. Kendimle halledemediğim sorunlar var. Hayatı sevemiyorum, insanları sevemiyorum. Bunu değiştirmek için ne yapabilirdim diye sormak isterdim, ondan bir takım tüyolar alırdım.
Çok gerçek ve hafif bir kişilik o ve bu özellikleri ona büyük bir bilgelik getiriyor. Hayatı çok normal bir şekilde yaşamak gerekiyor... Ağaç gibi varolmaya çalışacaksın. Doğa koşullarına boyun eğerek, fazla düşünmeden... Daha normal bir hayat sürdürülebilir böyle yaşanırsa. Masrroianni bunu başaranlardan biriydi bana göre. Onunla hayatın anlamına dair duygulanmalar yaşamak isterdim.
Romy Schneider'ı kurtarmak isterdim!
60'lı yıllarla ilgili bir fotoğraf albümüm var, orada Romy Schneider'ın bir fotoğrafı var, baktıkça içim titriyor. O yüz ifadesi öyle çok şey anlatıyor ki, insanda koruma güdüsü uyandırıyor. Gerçi ben öyle çok kollayabilen biri değilim ama onunla ilgili bir sürü evhamlar geliştirebilirim. Yüzü insanı buna çağırıyor. Schneider'ın hayatı boyunca yıkıcı problemleri oldu, çocuğunun ölümüyle ilgili bunalımları filan vardı ama daha öncesini düşününce, hele de gözlerine bakınca anlıyorsunuz ki onun kaderi baştan çizilmişti. Kadın, 20 yaşında düşmeye başladığını hissediyor, hayatının neredeyse bitmiş olduğunu biliyor. Onu kurtarmak isterdim ama benden iş çıkmazdı, ben kendimi kurtarayım önce... Yine de yüzündeki o hüzne dalıp gitmek için çok şey verirdim. Avrupalı oyuncularda yüz ifadeleri çok öne çıkıyor. Gürbüz Amerikalıların karşısında çok daha gerçek ve insancıllar. Avrupa sinemasıyla ilgili takıntım da buradan kaynaklanıyor. Filmlerdeki ruh halleri, karakter tahlilleri filan, hepsi bana çok sıcak geliyor. Bugün artık insanlar o tip duygusallıkların özlemini çekiyor, bunu ancak filmlerde yakalayabiliyor.
Dünyayı Kurtaran Adam 2 çekilseydi müziklerini ben yapmak isterdim.
Yeni sinemaya daha iyi şeyler yazardım gibi geliyor. Romantik adlı filmde rol aldığımda birkaç şarkıya söz yazdım, iyiydi ama artık bir filmin tema müziğini yapmak istiyorum. Nasıl bir film olacağı hiç fark etmez. Bilim_Kurgu olabilirdi örneğin, Dünyayı Kurtaran Adam 2 çevrilseydi müziklerini ben yapmak isterdim, bayağı elektronik aletler kullanırdım heralde.
Kutu Kutu bira,
Beyoğlu, arkadaşlıklar...
"Gece dışarı çıktığımda çok eğlenemiyorum. 'Ne eğlendik abi dersin ya, öyle olmuyor. Mutlu olduğum tek yer sahne, çok eğleniyormuşum gibi gözükmüyor belki, şov adamı değilim çünkü ama sahnedeyken müthiş keyifli oluyorum. Onun dışında haftada iki-üç gece çıkıyorum. Arkadaşlarım neredeyse oralara takılıyorum. Daha çok Beyoğlu'ndayım. Godet, Gizli Bahçe, Safran ve Cantina en çok gittiğim yerler. Kemancı'ya pek gitmiyorum ama orası son kale, her zaman hayatımda olacak. Beyoğlu dışında başka yerlere pek takılmıyorum. Havana, Laila gibi mekanlara gitmiyorum çünkü arkadaşlarım oralara gitmiyor. Çağıran olsa bir kere gitmek isterim, belki hoş insanlarla tanışırım ama saçlarını arkaya taramış, ağızlarında aynı purolar, üzerlerinde aynı marka gömleklerle dolaşan insanlar benim kalıbım değil! Önemli olan, dostlarla olmak. 7-8 kutu birayla sarhoş olup, dağıtabilirim. İçimde çok şey biriktirip, hiçbir şey hatırlamayacak kadar dağıttığım eğlenceler de yaşıyorum ama genelde kontrollü olmaya çalışıyorum."
Şebnem Denktaş
Teoman kapak çekimimize yaklaşık iki saat rötarlı geldi. Öğleden sonra olmasına rağmen yeni uyanmıştı ve henüz ayılmamıştı.
Üstelik yorgundu.
Ve hazırlıksızdı.
Enerjisi ancak çekimlere yetti.
Ötesini kaldıramayacaktı. Rica etti, röportajı başka bir tarihe erteledik.
İtiraf etmeliyim ki bu tavrı çevremden epey tepki aldı. Herkes ateş püskürüyordu. "Profosyonel değil!"
"Söz verdi, insan gece vakitlice yatar, her şeye hazırlıklı gelir."
"Kaprisli...", "Ukala...", "Şımarık..."
Onu tek anlayan ben oldum. Çünkü biliyordum ki, Teo hiçbiri değil!
Eski üniversite arkadaşım, hasret giderirken laf arasında bugünlerde peşini hiç bırakmayan o illet duyguyu tek kelimeyle söyleyivermişti: "Mutsuzum!"
Ne çekim, ne konser, ne şan şöhret umrundaydı. Hayata tutunmaya çalıştığı eski günlerdeki kadar sessiz, içe kapalı, karşımda duruyordu. Geniş hayran kitlesinin ilgisi ve sevgisi bile onu 'canladırmaya' yetmiyordu. Çünkü o 'hayatı sevmiyordu', 'kendini insanlara yakın hissetmiyordu.' Bu duyguları, kliplerinden ve şarkılarından çok da sezilmiyordu belki ama şöhretin getirdiği yoğun baskıyla buhranları iyice yoğunlaşınca psikolojik tedavi görmeye başlamıştı.
Tarafsız olabilmek için röportaj sırasında dostluğu bir kenara bıraktık, aldığı ilaçların etkisiyle sergilediği yorgun tavırları görmezden gelerek onunla son albü 17'nin başarısını, albüme büyük etkisi olan sinema tutkusunu ve bunalımdan kurtulma çabalarını 'sizli bizli' konuştuk. Verdiği her yanıt son günlerde hayatına hakim olan 'çekip gitme' duygusunun bir kez daha altını çiziyordu! Kısacası, Teoman gerçekten 'mutsuzdu'!
Son albümünüz geniş bir dinleyici kitlesine ulaştı. Sizi artık sadece genç kızlar değil, genç erkekler, anneler, babalar, genç sevgilileri olan yaşlı erkekler de dinliyor. Bilinçli bir şekilde mi hazırlanmıştınız?
Pek sayılmaz ama şarkılar ortaya çıktıktan sonra müzikal anlamda değiştiğimi, daha doğrusu olgunlaştığımı hissettim. Şarkı sözlerim daha fazla kişiye ulaştı. Ayrıca gençlerin yeni çıkan şeylere karşı daha aç ve uyanık olduklarını düşünüyorum. Yaşlılar öyle değil, çok daha temkinliler. Baktılar ki bu çocuğun daha önce iki albümü var, üçüncüsü de satıyor, eh demek ki bir şeyler var diye düşündüler. Ayrıca şarkılarda herkes kendinden bir şeyler buldu gibime geliyor. Örneğin 17 adlı şarkı. Herkes bir zamanlar 17 yaşındaydı, benim hissettiklerimi onlar da hissettiler diye düşünüyorum. Şarkılarımı beğeniyorlar ama benimle problemleri var, biliyorum. Beni beğenmesinler, sevmesinler, istemiyorum.
Bu tavrınız dinleyiciye fazlasıyla yansıyor. Size kelimenin tam anlamıyla 'uyuz' olan bir kitle var. Bunların çoğunluğunu da hemcinsleriniz oluşturuyor.
Çok da sevilecek bir insan değilim. Çok bunalıyorum. Geldiğim noktadan, yaşadığım hayattan hoşnutsuzum. Çünkü bütün bunlar umrumda değil. Ama her şeyle boğuşmak zorunda bırakılıyorum. Herkesin benimle ilgili fikri var, beni seviyorlar, benden nefret ediyorlar, bana kızıyorlar, sonra beni affediyorlar, bütün bunları benim gıyabımda yapıyorlar. Kendimi gerçekten çok mutsuz hissediyorum.
Yola çıkarken bunların başınıza geleceğini tahmin etmediniz mi?
Asla. İnsanın o zamanlar öncelikli olarak düşünecek başka şeyleri oluyor. Şarkılarımı iyi yapabildim mi, insanlar beğenecek mi, ortaya çıkanlar beni anlatabilecek mi... Bütün bunlar üzerine kafa yorarkenşöhret gelince ne yapacağınız konusunda hazırlanamıyorsunuz bile. İkinci albümün sonlarına doğru başıma gelenleri anladım. Günde 100 telefon gelirken cep numaranı değiştirmişsin neye yarar? Üzerimde korkunç bir baskı var, beni sevenlerin istediklerini yapmaya çalışıyorum ama benim istediklerim ne olacak? Mümkün olduğunca insan ilişkilerinden kaçar oldum, yalnız kalmaya çalışıyorum, eski dostlarımın yanında huzur arıyorum.
Madem bu kadar kötü, müzikten, şandan, şöhretten vazgeçin o zaman.. Cesaretiniz mi yok?
Her an yapabilirim. Kendimi çok kötü hissettiğimde 19. yüzyıl romanlarını okuyorum, oradaki kahramanların yaşamlarına öykünüyorum. Aslında ruhen ben de onlar gibiyim. Günümüzde acayip bir yabancılaşma yaşanıyor. Yaptığınız işe, yaşadığını ilşkiye, kısacası her şeye yabancısınız. İnsanın kendini köksüz hissetmesi gibi. Tutunacak hiç bir şeyimiz yok. Her şey çok hızlı akıyor. Bir şeyleri yakalamaya çalışıyoruz, daha kendimizdeki değişimleri anlamadan çevredeki değişimle ayak uydurmak zorunda kalıyoruz. Oysa ben bir tür yavaşlık peşindeyim. Eskiden insan ömrüyle değişimler bu kadar birbirine zıt akmıyordu, insanlar birbirini 20 sene bekliyordu. Herkesin yıldızlara bakıp sadece düşündüğü, bir-iki şey karaladığı, zamanın verimiyle çok da ilgilenmediği günlerdi. Böyle bir yaşam benim çok daha işime gelirdi. Bir şeyler kaçıyormuş gibi hissediyorum ve hiçbir şeye yetişmek istemiyorum, o kadar doyumsuz bir şey ki bu! Bir yerdeyken mutluyum ama daha mutlu olabileceğim bir yerin olup olmadığını düşünüyorum.
21. Yüzyıl daha da hızlı geliyor üstümüze... Çıkış yolu buldunuz mu kendinize?
Bilmiyorum, işin teknoloji boyutunu bile yakalayamadım ki mantığını yakalamış olayım! İnternet insanı değilim. İlgilenmeye çalışıyorum, belki bir yerinden tutabilirsem hayatın tadını daha fazla alabilirim.
İçinizdeki şiddet duygusu da bundan mı kaynaklanıyor? Bazen röportajlarınızı okuyoruz, her şeyi kırıp dökmek isteyen, insanlara yumruk sallamak için yanıp tutuşan bir Teoman portresi çiziyorsunuz...
Kırıcı ve hırçın olduğum zamanlar çok oluyor. Diyelim ki bir koyda tek başımayım, tamamen başka bir kişilik oluyorum, iyileşiyorum yani. Şehre döndüğümde her şey terse geçiyor, daha taksideyken birileriyle kavga etme duygusu yeniden beliriyor.
Ölene kadar koylarda tek başına yaşasanız...
Yine mutlu olmayacağım. Tekrar kalabalığın içine girmek isteyeceğim. Alternatifini de bulamıyorum, şöyle yaşasam daha iyi olacak diyemiyorum.
Hiç kavga ettiniz mi peki, birilerine şöyle tekme tokat giriştiğiniz oldu mu?
Birkaç kez Ortaköy'de ve Taksim'de büyük kavgalara bulaştım. Ama hep ben dayak yedim. Karşı taraf kalabalıktı. Fazla da cesaretim yok birilerine saldırmaya. Korkuyorum açıkçası.
Herhalde artık bodyguard'la dolaşıyorsunuz...
Asistanım bazen bana eşlik ediyor ama sinemaya, yemeğe giderken yalnız çıkıyorum. Etrafta sürekli kendi adını duymak hiç hoş değil, "bak teoman geçiyor, Teoman burada..." Bunların çoğu sevgi dolu sözler değil. McDonalds'a gittiğimde ağzıma attığım her patatesin birileri tarafından izleniyor olmasından nefret ediyorum ve galiba içimdeki negatiflik dışa yansıdığından insanlar da bu hissi alıyor ve bana saldırmak istiyorlar. Onları da anlıyorum, çekip gidebilsem bu hayattan he şey herkes için daha kolay olacak.
İntiharı düşündünüz mü hiç?
Hayır ama itiraf etmek gerekirse, psikolojik tedavi görüyorum. Yeni başladım, ialç destekli bir terapi uyguluyorlar. Düşünsel boyutta bir problemim olduğu söylendi. Fazla kalıplaşmış, plancı ve analitik bir düşünce yapım var. Şuradan şuraya gideceksem bunun bütün artılarını, eksilerini hesaplıyorum. Herkes yarım saat düşünürse, ben iki saat ölçüp biçiyorum. Hayatı didikliyorum ve bu beni çok yoruyor. Zaten 'yorucu kişilik' teşhisi kondu. Hem kendimi hem başkalarını yoruyorum ve artık daha fazla yorulmak istemiyorum. Kolay bir hayatım olsun istiyorum. Üzerinde düşünlecek şeyler fazlalaşınca bu hale geldim galiba. 33 yaşından sonra düzelir miyim bilmiyorum ama en azından çabalayacağım. Belki gülmeyi öğrenirim, sahnede göbek atarım bir gün...
Teoman ve sinema tutkusuyla ilişkili 2.bölüm TEOMAN'IN KAHRAMANI MARCELLO yu sonra yazarım.
Bunalım Adam TEOMAN 2.bölüm / Teoman'ın Kahramanı Marcello! (NSTYLE temmuz 2000)
Teoman'ın sinemayla tutkulu bir ilişkisi var. Şarkılarını hazırlarken, izlediği filmlerden kendisinde iz bırakan karakterlerin duygulanmalarından yola çıkıyor. Sinema dünyasının ünlü isimleriyle hayalinde dostluk, hatta akrabalık ilişkileri kuruyor. Son albümü 17'yi hazırlarken de 60'lı, 70'li yılların İtalyan ve Fransız filmlerine müzik yaptığını hayal ederek çalışmış. Ünlü sanatçının iç dünyasında sürekli konuştuğu kahramanı Marcello Mastroianni, onu çeken ve 'başka türlü' bir ilişki kurmayı hayal ettiği kadın ise, fırtınalı yaşamıyla Teoman'ın içini titreten Romy Schneider.
Az film çok filmdir!
Aslında çok sinemaya giden biri değilim. Çok az filmi severim ama etkilendiğimde de alt üst olurum. Tıpkı romanlar konusunda olduğu gibi... Son olarak Snow Falling On Cedars'ı gördüm. Upuzun bir filmdi, genelde uzun filmlerden hoşlanmam ama hiç sıkılmadan izledim. Geçen sezondan I Want You'yu unutamıyorum. Filmlerden bir takım görüntüleri, hisleri biriktiriyorum, bunlar şarkılarımı yazarken bana yardımcı oluyorlar.
"Bazen komedi severim bazen dram..
Film zevkim ruh halime göre değişebiliyor. Bazen avam komedileri, action filmleri seviyorum. Tarantino'nun filmlerini eğlenerek izliyorum. Ama beni esas sarsan, yaratıcılığıma etkide bulunan psikolojik boyutlu filmler oluyor. Yönetmen ve oyuncular film seçimlerimde etkili olabiliyor. Diyorum ki bu filmde Marlon Brando var, kesin bayılacağım... Kazanma hırsı berbat bir filmdi örneğin ama Al Pacino'yu izlemeye değerdi. Johnny Depp'i çok başarılı bulmuyorum ama filmlerinin belirli bir standartta olduğunu biliyorum ve mutlaka izliyorum.
Çölde Çay beni vurup geçti.
Çölde Çay beni vurup geçmişti. Hem film hem de roman olarak. Atmosfer ve karakterler öyle betimlenmiş ki allak bullak oluyorsunuz. İnsan davranışına ait ayrıntılarla sarsılıyorsunuz. Filmlerdeki ağlayan, zırlayan insan tiplemeleri bazen hiç etki bırakmıyor bende ama çok durgun iki karakterin diyalogları içimi titretebiliyor. Zaten sinema benim için görüntü değil sadece, diyaloglar daha çok iz bırakıyor.
Keşke Mastroianni gibi yaşayabilseydim!
Kendime yakın hissettiğim, tanışsak iyi bir ilişkimin olabileceğini düşündüğüm ünlü insanlar var. Marcello Mastroianni bunların başında geliyor. Neden diyeceksiniz... O başka biri. 20. Yüzyıl insanların artık pek de tutunacakları bir şeylerinin kalmadığı bir dönem oldu. Kimsenin hiç bir şeye inancı kalmadı. Ben de öyle hissettim hep. Mastroianni'nin hayatı sevme konusunda sakin bir tavrı var. Çok tutunacak bir şeyi olmadığının o da farkında ve kendine ona göre bir yaşam kurmuş. İsterdim ki o konuşsun, ben dinleyeyim. Kendimle halledemediğim sorunlar var. Hayatı sevemiyorum, insanları sevemiyorum. Bunu değiştirmek için ne yapabilirdim diye sormak isterdim, ondan bir takım tüyolar alırdım.
Çok gerçek ve hafif bir kişilik o ve bu özellikleri ona büyük bir bilgelik getiriyor. Hayatı çok normal bir şekilde yaşamak gerekiyor... Ağaç gibi varolmaya çalışacaksın. Doğa koşullarına boyun eğerek, fazla düşünmeden... Daha normal bir hayat sürdürülebilir böyle yaşanırsa. Masrroianni bunu başaranlardan biriydi bana göre. Onunla hayatın anlamına dair duygulanmalar yaşamak isterdim.
Romy Schneider'ı kurtarmak isterdim!
60'lı yıllarla ilgili bir fotoğraf albümüm var, orada Romy Schneider'ın bir fotoğrafı var, baktıkça içim titriyor. O yüz ifadesi öyle çok şey anlatıyor ki, insanda koruma güdüsü uyandırıyor. Gerçi ben öyle çok kollayabilen biri değilim ama onunla ilgili bir sürü evhamlar geliştirebilirim. Yüzü insanı buna çağırıyor. Schneider'ın hayatı boyunca yıkıcı problemleri oldu, çocuğunun ölümüyle ilgili bunalımları filan vardı ama daha öncesini düşününce, hele de gözlerine bakınca anlıyorsunuz ki onun kaderi baştan çizilmişti. Kadın, 20 yaşında düşmeye başladığını hissediyor, hayatının neredeyse bitmiş olduğunu biliyor. Onu kurtarmak isterdim ama benden iş çıkmazdı, ben kendimi kurtarayım önce... Yine de yüzündeki o hüzne dalıp gitmek için çok şey verirdim. Avrupalı oyuncularda yüz ifadeleri çok öne çıkıyor. Gürbüz Amerikalıların karşısında çok daha gerçek ve insancıllar. Avrupa sinemasıyla ilgili takıntım da buradan kaynaklanıyor. Filmlerdeki ruh halleri, karakter tahlilleri filan, hepsi bana çok sıcak geliyor. Bugün artık insanlar o tip duygusallıkların özlemini çekiyor, bunu ancak filmlerde yakalayabiliyor.
Dünyayı Kurtaran Adam 2 çekilseydi müziklerini ben yapmak isterdim.
Yeni sinemaya daha iyi şeyler yazardım gibi geliyor. Romantik adlı filmde rol aldığımda birkaç şarkıya söz yazdım, iyiydi ama artık bir filmin tema müziğini yapmak istiyorum. Nasıl bir film olacağı hiç fark etmez. Bilim_Kurgu olabilirdi örneğin, Dünyayı Kurtaran Adam 2 çevrilseydi müziklerini ben yapmak isterdim, bayağı elektronik aletler kullanırdım heralde.
Kutu Kutu bira,
Beyoğlu, arkadaşlıklar...
"Gece dışarı çıktığımda çok eğlenemiyorum. 'Ne eğlendik abi dersin ya, öyle olmuyor. Mutlu olduğum tek yer sahne, çok eğleniyormuşum gibi gözükmüyor belki, şov adamı değilim çünkü ama sahnedeyken müthiş keyifli oluyorum. Onun dışında haftada iki-üç gece çıkıyorum. Arkadaşlarım neredeyse oralara takılıyorum. Daha çok Beyoğlu'ndayım. Godet, Gizli Bahçe, Safran ve Cantina en çok gittiğim yerler. Kemancı'ya pek gitmiyorum ama orası son kale, her zaman hayatımda olacak. Beyoğlu dışında başka yerlere pek takılmıyorum. Havana, Laila gibi mekanlara gitmiyorum çünkü arkadaşlarım oralara gitmiyor. Çağıran olsa bir kere gitmek isterim, belki hoş insanlarla tanışırım ama saçlarını arkaya taramış, ağızlarında aynı purolar, üzerlerinde aynı marka gömleklerle dolaşan insanlar benim kalıbım değil! Önemli olan, dostlarla olmak. 7-8 kutu birayla sarhoş olup, dağıtabilirim. İçimde çok şey biriktirip, hiçbir şey hatırlamayacak kadar dağıttığım eğlenceler de yaşıyorum ama genelde kontrollü olmaya çalışıyorum."
'On yedi yaş yaşamda çok önemli' // 10.08.2000
'On yedi yaş yaşamda çok önemli'
Teoman üçüncü albümünün soundu için özellikle eski gitarlar ve köhne anfi kullanmış
'Beste yapmiyordum fakat şarkı sözleri yazmaya devam ediyordum. Yazıyla, sözcüklerle olan ilişkim, müzikle olandan daha kesintisiz. Yazdıklarımı devamlı bir yere kaydediyorum. Notlar alıyorum, aklıma ne gelirse. Ufacık bir dizeyi, bir iki kelimeden oluşturduğum kendimce metaforları, göndermeleri...'
Adını taşıyan ilk çalışması ve 'O' dan sonra Teoman 'ın , 'Paramparça' , 'Onyedi' , 'Rüzgâr Gülü' , Şebnem Ferah'la düet yaptığı 'İki Yabancı' , 'Gündüz Tarifesi' , 'Zamparanın Ölümü' , 'Sürpriz' adlı şarkıları içeren 'On yedi' isimli üçüncü albümü piyasaya çıktı. 'Onyedi' de, Teoman'ın beste ve sözlerinin yanında, Fikret Şenes 'in sözlerini yazdığı 'Uykusuz Her Gece' , Bora Ayanoğlu 'nun bestesi 'O Yaz' ve Rıza Erekli 'nin 'Yarından Bana Ne' de bulunuyor.
Hâlâ nasıl bu kadar başarılı sayıldığını ve listelerin üst sıralarında dolaştığını anlayamadığını söyleyen Teoman'la yeni çalışması hakkında konuştuk.
- 'Onyedi'nin hazırlık serüveniyle başlayalım...
TEOMAN- Bir albümüm biterken, hemen diğerine başlıyorum. Kafamda şekillendiriyorum ve detayları sonradan ekliyorum. 98 yılından beri 'On yedi' nin üzerindeyim. Fikir anlamında ara vermiyorum, belki beste yapmıyorum ama insanın fikirleri bir albümle beraber bitmiyor. Ne zaman bir albüm biterse ondan geriye kalan posa bir diğerini etkiliyor.
- Sürekli beste üretemiyor musunuz?
TEOMAN- Beste yapmıyordum fakat şarkı sözleri yazmaya devam ediyordum. Yazıyla, sözcüklerle olan ilişkim, müzikle olandan daha kesintisiz. Yazdıklarımı devamlı bir yere kaydediyorum. Notlar alıyorum, aklıma ne gelirse. Ufacık bir dizeyi, bir iki kelimeden oluşturduğum kendimce metaforları, göndermeleri.
- Pekiyi, albümü oluşturma sürecinde neler oluyor?
TEOMAN- Bir şarkı yazma süreci, bir de albüm yazmanın süreci var. Albüm daha geniş bir şey olduğu için onu bir roman gibi düşünmek gerekiyor. Bahsettiğin dizelerden, güzel melodilerden ve ortaya çıkan bir şarkıdan öte, on tane şarkının insanda bırakmasını istediğin o tortuyu düşünüp öyle tasarlıyorsun bir albümü. Kafanda oluşturmak istediklerinle ilgili daima bir pazarlık söz konusu.
-'Onyedi'nin diğer albümlerinizden ne gibi bir farkı var? Dinleyiciye iletmek istediğiniz yeni neler yer alıyor?
TEOMAN- Farkı, 'O'dan sonra daha da büyümüş olmam. Daha iyi şarkı yazarıyım, daha tecrübeliyim. Yoksa aynı kişiyim. İletmek istediklerimde de büyük değişiklikler yok aslında, hep aynı çizgide ilerledim.
-Bir programda, albümünüzün adının 'Onyedi' olmasını, o yaş dönemini anlatmak için koyduğunuzu söylediniz. 'Onyedi'nin özelliği nedir?
TEOMAN- On yedi yaşın, şu an ve on iki yaşında yaşadıklarımdan çok farkı bulunuyor. Ergenliği bitirmek üzeresiniz, bunun tüm sıkıntılarını yaşıyorsunuz. On sekize bir kala, daha legal değilsiniz, yapmak istedikleriniz belli değil, ama siz kendinizi büyük hissediyorsunuz. Normal liseden mezun olunca, üniversiteye 17 yaşında giriyorsunuz. Bir sürü açıdan insan yaşamını çok etkilediğini düşünüyorum. Kafanız çok karışık oluyor, kendinize hem bir güven hem bir güvensizlik duyuyorsunuz. Yeni bir hayata atılmak istiyorsunuz, olgun olduğunuzu zannediyorsunuz ama kimse sizi öyle görmüyor. Henüz çalışmıyorsunuz , cebinizde beş kuruş paranız yok.
-Bu albümde Şebnem Ferah'la düet yapmışsınız...
TEOMAN- Düet projesi ilk albümümden beri geçerliydi. Türkiye'de çok güzel şarkı söyleyen insanlar bulunuyor ama benim aklımda Özlem Tekin ve Şebnem Ferah vardı. Özellikle Şebnemle bir düet yapmayı çok istiyordum. Düet sayesinde iki kişi arasındaki o çok özel ilişkiyi anlatabiliyorsunuz. Ama bazen gerçek kontekst ortada olmadığı için saçma sapan şeyler yazılır. Konteksti oturtmakta gerçekten zorlandığım anlar oldu.
-Bestelerin çoğu size ait. Sözlerde soyuta, imgelere kaçmaktansa, gerçekleri yansıtmayı mı seçiyorsunuz?
TEOMAN- İnsanlar dinlediklerinde, 'hakikaten böyle oluyor' desinler istiyorum. Anlaşılabilecek, küçük bir gizem de katmak için kendimle ilgili bilinmeyen ufacık ufacık şeyler katıyorum. Onlarla gerçeklik duygusu daha da güçleniyor. Şarkı sözü insanların duygularını uyardırmak için yapılır zaten. Ben 'Aa, çok hoş, çok orijinal şeyler bulmuş' demelerini istemiyorum. Şarkılarda kendime özel bir şeyler de istiyorum. Mesela iki parça yanyana koyulduğunda, hangisini benim yazdığım anlaşılsın.
- 'Onyedi'nin sounduyla ilgili neler söyleyeceksiniz ?
TEOMAN- Bu albümün eskiden yazılmış gibi olmasını istedim. O soundu çıkartmak için de özellikle eski gitarlar, anfiler bulduk. Kötü müzik aletleri bunlar. Şarkının ruhunu, atmosferini yansıtılabilmekti amacım. Gerçeğe yakın olabilmesi için ufak hataları bıraktım. Fazla kesip biçmedim şarkıları.
Röportaj: BARIŞ BEHRAMOĞLU
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi
Teoman üçüncü albümünün soundu için özellikle eski gitarlar ve köhne anfi kullanmış
'Beste yapmiyordum fakat şarkı sözleri yazmaya devam ediyordum. Yazıyla, sözcüklerle olan ilişkim, müzikle olandan daha kesintisiz. Yazdıklarımı devamlı bir yere kaydediyorum. Notlar alıyorum, aklıma ne gelirse. Ufacık bir dizeyi, bir iki kelimeden oluşturduğum kendimce metaforları, göndermeleri...'
Adını taşıyan ilk çalışması ve 'O' dan sonra Teoman 'ın , 'Paramparça' , 'Onyedi' , 'Rüzgâr Gülü' , Şebnem Ferah'la düet yaptığı 'İki Yabancı' , 'Gündüz Tarifesi' , 'Zamparanın Ölümü' , 'Sürpriz' adlı şarkıları içeren 'On yedi' isimli üçüncü albümü piyasaya çıktı. 'Onyedi' de, Teoman'ın beste ve sözlerinin yanında, Fikret Şenes 'in sözlerini yazdığı 'Uykusuz Her Gece' , Bora Ayanoğlu 'nun bestesi 'O Yaz' ve Rıza Erekli 'nin 'Yarından Bana Ne' de bulunuyor.
Hâlâ nasıl bu kadar başarılı sayıldığını ve listelerin üst sıralarında dolaştığını anlayamadığını söyleyen Teoman'la yeni çalışması hakkında konuştuk.
- 'Onyedi'nin hazırlık serüveniyle başlayalım...
TEOMAN- Bir albümüm biterken, hemen diğerine başlıyorum. Kafamda şekillendiriyorum ve detayları sonradan ekliyorum. 98 yılından beri 'On yedi' nin üzerindeyim. Fikir anlamında ara vermiyorum, belki beste yapmıyorum ama insanın fikirleri bir albümle beraber bitmiyor. Ne zaman bir albüm biterse ondan geriye kalan posa bir diğerini etkiliyor.
- Sürekli beste üretemiyor musunuz?
TEOMAN- Beste yapmıyordum fakat şarkı sözleri yazmaya devam ediyordum. Yazıyla, sözcüklerle olan ilişkim, müzikle olandan daha kesintisiz. Yazdıklarımı devamlı bir yere kaydediyorum. Notlar alıyorum, aklıma ne gelirse. Ufacık bir dizeyi, bir iki kelimeden oluşturduğum kendimce metaforları, göndermeleri.
- Pekiyi, albümü oluşturma sürecinde neler oluyor?
TEOMAN- Bir şarkı yazma süreci, bir de albüm yazmanın süreci var. Albüm daha geniş bir şey olduğu için onu bir roman gibi düşünmek gerekiyor. Bahsettiğin dizelerden, güzel melodilerden ve ortaya çıkan bir şarkıdan öte, on tane şarkının insanda bırakmasını istediğin o tortuyu düşünüp öyle tasarlıyorsun bir albümü. Kafanda oluşturmak istediklerinle ilgili daima bir pazarlık söz konusu.
-'Onyedi'nin diğer albümlerinizden ne gibi bir farkı var? Dinleyiciye iletmek istediğiniz yeni neler yer alıyor?
TEOMAN- Farkı, 'O'dan sonra daha da büyümüş olmam. Daha iyi şarkı yazarıyım, daha tecrübeliyim. Yoksa aynı kişiyim. İletmek istediklerimde de büyük değişiklikler yok aslında, hep aynı çizgide ilerledim.
-Bir programda, albümünüzün adının 'Onyedi' olmasını, o yaş dönemini anlatmak için koyduğunuzu söylediniz. 'Onyedi'nin özelliği nedir?
TEOMAN- On yedi yaşın, şu an ve on iki yaşında yaşadıklarımdan çok farkı bulunuyor. Ergenliği bitirmek üzeresiniz, bunun tüm sıkıntılarını yaşıyorsunuz. On sekize bir kala, daha legal değilsiniz, yapmak istedikleriniz belli değil, ama siz kendinizi büyük hissediyorsunuz. Normal liseden mezun olunca, üniversiteye 17 yaşında giriyorsunuz. Bir sürü açıdan insan yaşamını çok etkilediğini düşünüyorum. Kafanız çok karışık oluyor, kendinize hem bir güven hem bir güvensizlik duyuyorsunuz. Yeni bir hayata atılmak istiyorsunuz, olgun olduğunuzu zannediyorsunuz ama kimse sizi öyle görmüyor. Henüz çalışmıyorsunuz , cebinizde beş kuruş paranız yok.
-Bu albümde Şebnem Ferah'la düet yapmışsınız...
TEOMAN- Düet projesi ilk albümümden beri geçerliydi. Türkiye'de çok güzel şarkı söyleyen insanlar bulunuyor ama benim aklımda Özlem Tekin ve Şebnem Ferah vardı. Özellikle Şebnemle bir düet yapmayı çok istiyordum. Düet sayesinde iki kişi arasındaki o çok özel ilişkiyi anlatabiliyorsunuz. Ama bazen gerçek kontekst ortada olmadığı için saçma sapan şeyler yazılır. Konteksti oturtmakta gerçekten zorlandığım anlar oldu.
-Bestelerin çoğu size ait. Sözlerde soyuta, imgelere kaçmaktansa, gerçekleri yansıtmayı mı seçiyorsunuz?
TEOMAN- İnsanlar dinlediklerinde, 'hakikaten böyle oluyor' desinler istiyorum. Anlaşılabilecek, küçük bir gizem de katmak için kendimle ilgili bilinmeyen ufacık ufacık şeyler katıyorum. Onlarla gerçeklik duygusu daha da güçleniyor. Şarkı sözü insanların duygularını uyardırmak için yapılır zaten. Ben 'Aa, çok hoş, çok orijinal şeyler bulmuş' demelerini istemiyorum. Şarkılarda kendime özel bir şeyler de istiyorum. Mesela iki parça yanyana koyulduğunda, hangisini benim yazdığım anlaşılsın.
- 'Onyedi'nin sounduyla ilgili neler söyleyeceksiniz ?
TEOMAN- Bu albümün eskiden yazılmış gibi olmasını istedim. O soundu çıkartmak için de özellikle eski gitarlar, anfiler bulduk. Kötü müzik aletleri bunlar. Şarkının ruhunu, atmosferini yansıtılabilmekti amacım. Gerçeğe yakın olabilmesi için ufak hataları bıraktım. Fazla kesip biçmedim şarkıları.
Röportaj: BARIŞ BEHRAMOĞLU
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi
Popüler oLmak bir harika / 19 Aralık 2000
Popüler olmak bir harika
Teoman'ı herkes başka başka sebeplerle seviyor. Konserlerinde zıplayan beş yaşındaki velet de, onu zaptetmeye çalışan anneannesi bile Teoman'a hayran. Bizim sevme sebebimizse şu; iyi bir müzisyen olmasının yanı sıra akıl fikir sahibi ender bir popçu olması...
Teoman'a popçu diyoruz. Zira bu yıl ‘‘En İyi Erkek Pop Şarkıcısı’’ dalında Altın Kelebek de kazandı Teoman. Zaten kendisi de ‘‘Ben başlangıçta rock yapmak istiyordum ama bir şekilde popa bulaştım. Bu durumdan da hiç şikayetçi değilim. Hem popun çehresini değiştirdim; hem de popüler kültür harika bir şey’’ diyor.
Teoman plaket formunda çok ödül almış ama heykelcik formundaki ilk ödülünün Altın Kelebek olduğunu söylüyor, bir de bütün ödüllerini annesinin Zekeriyaköy'deki evine ******ürüyormuş.
Altın Kelebek ödül töreni sırasında çok sevimli ve alçakgönüllü görünüyordunuz...
Beni yanlışlıkla sevimli yapan şey utangaçlığım. Ben sevimli bir herif değilim. Benim kendimi çok rahat hissetmediğim yerler var, o zaman utangaçlaşıyorum. Alçakgönüllüğüm falan da yoktur, kendi kendimi överim ama beni birileri övdüğü zaman çok utanırım.
Rock’ın en iyisiyim
Altın Kelebek Teoman için ne anlam ifade ediyor?
Bir ödül geleneksel olunca, mesela bir şeyin 28. olunca o ödülün de bir hayatı varmış gibi geliyor insana. Ben çocukluğumdan hatırlıyorum, Hey gibi dergilerde Barış Manço’ları filan ödül alırken görürdük ve onları Altın Kelebek ile özdeşleştirirdik. Benim için Altın Kelebek'in özel bir önemi var. Normalde kendimi pop kategorisinde görmüyordum. Ama en azından artık Türk popunun sınırlarını biraz genişlettiğimi düşünüyorum. Rock küçük bir yer ama pop büyük bir havuz. Ben zaten on beş yıldır rock'ın en iyisiyim, popun da en iyisi olmak çok iyi geldi.
Yine de ‘‘en iyi pop şarkıcısı’’ için şaşırtıcı bir isim değil misiniz?
Albüm satışlarına bakarsan en çok satan erkek pop şarkıcısı benim. Eğer rock pazarı söz konusu olursa satılan dörtyüz elli bin albümün dörtyüz bini benim zaten. Benim rock kulvarında yarışmam haksızlık olur, ben pop kulvarında yarışmak istiyorum. Hatta şunu bile hissediyorum müzik tarzım nedeniyle sanki tek kolu bağlanmış biri gibi savaşıyorum bu alanda.
Altın Kelebek ödülleri sırasında, yıllardır takip ettiğim ve beğendiğim insanların da beni izleyip beğendiklerini gördüm. Ali Rıza Binboğa gibi, Erol Büyükburç gibi isimler yeni jenerasyondan en sevdikleri şarkıcı olduğumu söylediler. Ben onları çok sevdiğim için bu iltifatlar gururumu okşuyor.
Müziğe başladığınızda böyle bir yere geleceğinizi düşünüyor muydunuz?
Ben müzikal olarak hep çok çalışkandım, o bakımdan şu anda neredeysem başladığım zaman da oradaydım. Fakat tasdik mekanizması o zamanlar o kadar dürüst değildi.
Anladığım kadarıyla sizin işinizde kendinden memnunluk hali çok önemli...
Eğer ilk onayı kendin veriyorsan, o zaman onun kişisel hazzı başka oluyor. Eve gittiğin zaman rahat oluyorsun, kendi kendinle barışık oluyorsun ve kendinle yarattığın şey arasında büyük bir fark olmuyor.
Uzun vadeli hedefler
O zaman kendi içinizde iyi işleyen bir değerler sisteminiz var. Bunu kurmayı nasıl başardınız?
Ben neyi seviyorum? Neyi beğeniyorum? Peki ben neyim? Ben onlar gibi mi olmak istiyorum, değilse tavrım ne olmalı? Kendime bu soruları hep soruyorum. Bu arada dışarıdan gelen ve insanı kandıran etkiler var, onlardan nasıl korunabilirim? Sevmediğim şeyleri yaptığında karşılığında maddi ve manevi onay mekanizmaları var. Daha çok paran ve şöhretin oluyor, hayat kolaylaşıyor . Bütün bunlar koyduğun hedefleri etkiliyor, halbuki onları bırakırsan belki de on sene, on beş sene sonra reddettiğin şeler sana dönüyor, olaya uzun vadeli bakmak gerekiyor. Zaten zaman içinde yok olanlar şevklerini yitirmiş insanlar.
Peki o şevki canlı tutmanın yolları neler?
En baştan bir takım pazarlıklara girişmemek. Çünkü elini verdiğin zaman kolunu alamıyorsun. Ayrıca çocukluk hayallerini ve müzik aşkını şöhrete ve paraya satmak çok büyük bir bedel. Bunun başlıca sağlaması durup ara ara kendine ‘‘Ben bu işi neden yapıyorum?’’ diye sormak. Yani otuz yaşında on beş yaşındaki duygumu çağırabilirsem, işimin sağlamasını çok güzel yaparım. Benim bir sürü konuda kafam karışıktır ama müzikte hiç karışık değildir. Temel sağlam olursa sonra rahat edersiniz.
Siz parmakla gösterilenlerden birisiniz. Bu şarkı sözlerine ve yapılan müziğe de yansıyor. Hele hele iyi şarkı sözünün Türk Popu'nda eksikliği çok çekiliyor...
Ben bu boşluğu görüyordum ve silahlarımı da kuşanmıştım. Başlangıçta ortaya çıkarken herkese bütün yönlerini göstermek çok zor, bu yüzden mecburen kendini karikatürize etmek zorundasın. Yani insanların az zamanı olduğu için vaziyeti iyi anlatmak gerekiyor. Bir şarkıyı üç dakikada güzel yapmak zorundasınız.
Sizin kendinizi ortaya koyarken ne gibi farklılıklarınız oldu?
Samimiyet lafını kullanmak istemiyorum ama onun yerine kullanılacak başka bir şey de bulamıyorum. Yapamayacağım şeyin üzerine hiç gitmem. Özentilik kötü bir şey değil ama ‘‘ben şunu olmak istiyorum’’ demek başka, onu olmuşsunuz gibi davranmak başka. Müzikte normal hayatta olduğundan daha az kurnaz olmak gerekiyor, çünkü yapılan bütün kurnazlıklar sonra sırıtıyor. Hele televizyonda yapılan kurnazlıkları, üçkağıtları ve pratik manevraları herkes anlıyor.
Zeki Müren örneği
Bazen bu üçkağıtta seyirciyle sanatçı birlikte çalışıyor...
Tabii, arada adı konulmamış gizli bir anlaşma oluyor. Konu o değil ama adamın ne olduğu apaçık belliyken yıllarca Zeki Müren erkekmiş gibi davranıldı. Hem seyirci, hem Zeki Müren böyle davrandı. Çünkü insanlar eşcinsel bir şarkıcıya hayran olduklarını kabul etmek istemiyorlardı.
Konserleriniz giderek kalabalıklaşıyor, albümleriniz giderek daha çok satıyor. İşlerin kontrolünüzden çıkacağı endişesi taşıyor musunuz?
Popüler oldukça bir balon haline gelme tehlikesi hep var. Balonu yeterince dolduramazsan ya o balonu ufaltırsın, ya da başka başka işler yaparsın ve o balonun içini doldurursun. Benim en büyük endişem balonun içini dolduramamak. Bunun yurtdışından da örnekleri var, adam on beş milyon satan bir albüm yaptıktan sonra ‘‘dur bakayım bu sefer zor bir albüm yapayım da on bin kişi alsın’’ diyor. Bunlar çok ciddi kararlar. Ben de şimdi ince ayarlara başlıyorum artık.
Nedir bu ince ayarlar?
Birincisi artık istemediğim konserler vermiyorum, veya konser vereceksem her şeyin istediğim gibi olmasına dikkat ediyorum. Çizgisinden hoşlanmadığım televizyon programlarına gitmiyorum. Artık istemediğim hiçbir şey yapmıyorum.
Teoman'ı herkes başka başka sebeplerle seviyor. Konserlerinde zıplayan beş yaşındaki velet de, onu zaptetmeye çalışan anneannesi bile Teoman'a hayran. Bizim sevme sebebimizse şu; iyi bir müzisyen olmasının yanı sıra akıl fikir sahibi ender bir popçu olması...
Teoman'a popçu diyoruz. Zira bu yıl ‘‘En İyi Erkek Pop Şarkıcısı’’ dalında Altın Kelebek de kazandı Teoman. Zaten kendisi de ‘‘Ben başlangıçta rock yapmak istiyordum ama bir şekilde popa bulaştım. Bu durumdan da hiç şikayetçi değilim. Hem popun çehresini değiştirdim; hem de popüler kültür harika bir şey’’ diyor.
Teoman plaket formunda çok ödül almış ama heykelcik formundaki ilk ödülünün Altın Kelebek olduğunu söylüyor, bir de bütün ödüllerini annesinin Zekeriyaköy'deki evine ******ürüyormuş.
Altın Kelebek ödül töreni sırasında çok sevimli ve alçakgönüllü görünüyordunuz...
Beni yanlışlıkla sevimli yapan şey utangaçlığım. Ben sevimli bir herif değilim. Benim kendimi çok rahat hissetmediğim yerler var, o zaman utangaçlaşıyorum. Alçakgönüllüğüm falan da yoktur, kendi kendimi överim ama beni birileri övdüğü zaman çok utanırım.
Rock’ın en iyisiyim
Altın Kelebek Teoman için ne anlam ifade ediyor?
Bir ödül geleneksel olunca, mesela bir şeyin 28. olunca o ödülün de bir hayatı varmış gibi geliyor insana. Ben çocukluğumdan hatırlıyorum, Hey gibi dergilerde Barış Manço’ları filan ödül alırken görürdük ve onları Altın Kelebek ile özdeşleştirirdik. Benim için Altın Kelebek'in özel bir önemi var. Normalde kendimi pop kategorisinde görmüyordum. Ama en azından artık Türk popunun sınırlarını biraz genişlettiğimi düşünüyorum. Rock küçük bir yer ama pop büyük bir havuz. Ben zaten on beş yıldır rock'ın en iyisiyim, popun da en iyisi olmak çok iyi geldi.
Yine de ‘‘en iyi pop şarkıcısı’’ için şaşırtıcı bir isim değil misiniz?
Albüm satışlarına bakarsan en çok satan erkek pop şarkıcısı benim. Eğer rock pazarı söz konusu olursa satılan dörtyüz elli bin albümün dörtyüz bini benim zaten. Benim rock kulvarında yarışmam haksızlık olur, ben pop kulvarında yarışmak istiyorum. Hatta şunu bile hissediyorum müzik tarzım nedeniyle sanki tek kolu bağlanmış biri gibi savaşıyorum bu alanda.
Altın Kelebek ödülleri sırasında, yıllardır takip ettiğim ve beğendiğim insanların da beni izleyip beğendiklerini gördüm. Ali Rıza Binboğa gibi, Erol Büyükburç gibi isimler yeni jenerasyondan en sevdikleri şarkıcı olduğumu söylediler. Ben onları çok sevdiğim için bu iltifatlar gururumu okşuyor.
Müziğe başladığınızda böyle bir yere geleceğinizi düşünüyor muydunuz?
Ben müzikal olarak hep çok çalışkandım, o bakımdan şu anda neredeysem başladığım zaman da oradaydım. Fakat tasdik mekanizması o zamanlar o kadar dürüst değildi.
Anladığım kadarıyla sizin işinizde kendinden memnunluk hali çok önemli...
Eğer ilk onayı kendin veriyorsan, o zaman onun kişisel hazzı başka oluyor. Eve gittiğin zaman rahat oluyorsun, kendi kendinle barışık oluyorsun ve kendinle yarattığın şey arasında büyük bir fark olmuyor.
Uzun vadeli hedefler
O zaman kendi içinizde iyi işleyen bir değerler sisteminiz var. Bunu kurmayı nasıl başardınız?
Ben neyi seviyorum? Neyi beğeniyorum? Peki ben neyim? Ben onlar gibi mi olmak istiyorum, değilse tavrım ne olmalı? Kendime bu soruları hep soruyorum. Bu arada dışarıdan gelen ve insanı kandıran etkiler var, onlardan nasıl korunabilirim? Sevmediğim şeyleri yaptığında karşılığında maddi ve manevi onay mekanizmaları var. Daha çok paran ve şöhretin oluyor, hayat kolaylaşıyor . Bütün bunlar koyduğun hedefleri etkiliyor, halbuki onları bırakırsan belki de on sene, on beş sene sonra reddettiğin şeler sana dönüyor, olaya uzun vadeli bakmak gerekiyor. Zaten zaman içinde yok olanlar şevklerini yitirmiş insanlar.
Peki o şevki canlı tutmanın yolları neler?
En baştan bir takım pazarlıklara girişmemek. Çünkü elini verdiğin zaman kolunu alamıyorsun. Ayrıca çocukluk hayallerini ve müzik aşkını şöhrete ve paraya satmak çok büyük bir bedel. Bunun başlıca sağlaması durup ara ara kendine ‘‘Ben bu işi neden yapıyorum?’’ diye sormak. Yani otuz yaşında on beş yaşındaki duygumu çağırabilirsem, işimin sağlamasını çok güzel yaparım. Benim bir sürü konuda kafam karışıktır ama müzikte hiç karışık değildir. Temel sağlam olursa sonra rahat edersiniz.
Siz parmakla gösterilenlerden birisiniz. Bu şarkı sözlerine ve yapılan müziğe de yansıyor. Hele hele iyi şarkı sözünün Türk Popu'nda eksikliği çok çekiliyor...
Ben bu boşluğu görüyordum ve silahlarımı da kuşanmıştım. Başlangıçta ortaya çıkarken herkese bütün yönlerini göstermek çok zor, bu yüzden mecburen kendini karikatürize etmek zorundasın. Yani insanların az zamanı olduğu için vaziyeti iyi anlatmak gerekiyor. Bir şarkıyı üç dakikada güzel yapmak zorundasınız.
Sizin kendinizi ortaya koyarken ne gibi farklılıklarınız oldu?
Samimiyet lafını kullanmak istemiyorum ama onun yerine kullanılacak başka bir şey de bulamıyorum. Yapamayacağım şeyin üzerine hiç gitmem. Özentilik kötü bir şey değil ama ‘‘ben şunu olmak istiyorum’’ demek başka, onu olmuşsunuz gibi davranmak başka. Müzikte normal hayatta olduğundan daha az kurnaz olmak gerekiyor, çünkü yapılan bütün kurnazlıklar sonra sırıtıyor. Hele televizyonda yapılan kurnazlıkları, üçkağıtları ve pratik manevraları herkes anlıyor.
Zeki Müren örneği
Bazen bu üçkağıtta seyirciyle sanatçı birlikte çalışıyor...
Tabii, arada adı konulmamış gizli bir anlaşma oluyor. Konu o değil ama adamın ne olduğu apaçık belliyken yıllarca Zeki Müren erkekmiş gibi davranıldı. Hem seyirci, hem Zeki Müren böyle davrandı. Çünkü insanlar eşcinsel bir şarkıcıya hayran olduklarını kabul etmek istemiyorlardı.
Konserleriniz giderek kalabalıklaşıyor, albümleriniz giderek daha çok satıyor. İşlerin kontrolünüzden çıkacağı endişesi taşıyor musunuz?
Popüler oldukça bir balon haline gelme tehlikesi hep var. Balonu yeterince dolduramazsan ya o balonu ufaltırsın, ya da başka başka işler yaparsın ve o balonun içini doldurursun. Benim en büyük endişem balonun içini dolduramamak. Bunun yurtdışından da örnekleri var, adam on beş milyon satan bir albüm yaptıktan sonra ‘‘dur bakayım bu sefer zor bir albüm yapayım da on bin kişi alsın’’ diyor. Bunlar çok ciddi kararlar. Ben de şimdi ince ayarlara başlıyorum artık.
Nedir bu ince ayarlar?
Birincisi artık istemediğim konserler vermiyorum, veya konser vereceksem her şeyin istediğim gibi olmasına dikkat ediyorum. Çizgisinden hoşlanmadığım televizyon programlarına gitmiyorum. Artık istemediğim hiçbir şey yapmıyorum.
Paramparça..|19.07.2000-Can Dündar
Teoman'ın N-Style'daki söyleşisini okurken bu hazin öyküyü anımsadım:
"Kendimi kötü hissettiğimde 19. yüzyıl romanları okuyorum" diyordu.
İtiraf etmeliyim ki, ben de haftalardır dilimde onun "Paramparça"sıyla geziniyorum. Ve bu şarkının sözlerinde Tereza'nınkine benzer bir sevgiye susamışlığı tadıyorum:
"Bugün benim doğum günüm/Hem sarhoşum, hem yastayım/bir bar taburesi üstünde/babamın öldüğü yaştayım/kelimeler büyüyor ağzımda/bildiğim tüm hayatlar/paramparça..."
Sahi, bu yaşta bir delikanlı niye doğum gününde yas tutar ki..?
***
Son bir ayda iki Teoman konseri izledim.
Bir stadyum dolusu gencin hep bir ağızdan "Bildiğim tüm hayatlar, paramparça" diye haykırışına tanık oldum.
Onun ağzında büyüyenlerin, kendi kuşağının kelimeleri olduğunu hissettim.
Şu anda Türkiye'nin en çok satan albümü bu... Adı "17..."
"Her şeyin satılık olduğu bir dünyada, mutsuzluktan sarhoş" olmuş. "Elveda zalim dünya" şarkısıyla kelebek kadar süren ömrünü noktalamış 17 yaşında bir gencin öyküsü var albümde...
Bugün 17 yaşında olanlar, 1983'te doğdular.
Büyük şehirde büyüdülerse, ne kan kokusu bulaştı gençliklerine, ne tank sesi böldü uykularını... Duvarlar, sınırlar, tabular yıkıldı onlar için; okullar, barlar, internet cafeler açıldı.
Niye öyleyse bu "iç kanama"..?
Teoman, beni çarpan bir sözcükle yanıtlıyor soruyu:
"Köksüzüz" diyor, "...tutunacak hiçbir şeyimiz yok"
1990'larda yapılan bir araştırmada gençlerin çoğu, kendi durumlarını 10 yıl öncesine göre "daha kötü" olarak nitelemişlerdi. (İMV-SAM/1995)
Hep "bir kabus dönemi" olarak tanıdıkları "80 öncesi"nde bugünden "daha iyi" olan neydi ki?
Belki şu:
Onlar, doğru ya da yanlış, bir yere kök salmış; tutunmuşlardı.
Sokaklarda cellat kol gezerken bile, "rüzgar gülleri"nin ölüm esintileri yerine daha iyi bir yaşam umuduyla döndüğü bir dönemdi o...
"80 öncesindekiler belki toplumu kurtarma uğruna gençliğini tam yaşamadı, ama -yanlış yöntemler içerse de- dayanışma, heyecan ve paylaşma duygularıyla büyük bir toplum projesi uğruna çaba gösterdi. Şimdi ise kendisi için kendine eziyet eden bir kuşak var" diyor Hayri Kozanoğlu... (Yuppieler, Prensler ve Bizim Kuşak, İletişim, 1993) ve bugünün "kalpsiz kuşak"ını "Bildiği şair adı bilgisayar markasından az olanlar" diye tanımlıyor.
***
Bugün, hepimizin bildiği bütün hayatlar "paramparça" iken, piyasada bunca çeşitli aşk şarkısı olması, aslında aşkın kendisinin var olmamasından mı acaba..?
Belki de birileri Gorki'nin üniversitelisi gibi bizim adımıza, olmayan bir sevgiliye yazıyor bu satırları...
Ve biz stadyumlarda toplanıp o mısraları dinlerken, aşk varmış gibi yaparak ağlaşıyoruz...
...yaralı kalbimizin sökükleri dikilirken bir yandan...
"Kendimi kötü hissettiğimde 19. yüzyıl romanları okuyorum" diyordu.
İtiraf etmeliyim ki, ben de haftalardır dilimde onun "Paramparça"sıyla geziniyorum. Ve bu şarkının sözlerinde Tereza'nınkine benzer bir sevgiye susamışlığı tadıyorum:
"Bugün benim doğum günüm/Hem sarhoşum, hem yastayım/bir bar taburesi üstünde/babamın öldüğü yaştayım/kelimeler büyüyor ağzımda/bildiğim tüm hayatlar/paramparça..."
Sahi, bu yaşta bir delikanlı niye doğum gününde yas tutar ki..?
***
Son bir ayda iki Teoman konseri izledim.
Bir stadyum dolusu gencin hep bir ağızdan "Bildiğim tüm hayatlar, paramparça" diye haykırışına tanık oldum.
Onun ağzında büyüyenlerin, kendi kuşağının kelimeleri olduğunu hissettim.
Şu anda Türkiye'nin en çok satan albümü bu... Adı "17..."
"Her şeyin satılık olduğu bir dünyada, mutsuzluktan sarhoş" olmuş. "Elveda zalim dünya" şarkısıyla kelebek kadar süren ömrünü noktalamış 17 yaşında bir gencin öyküsü var albümde...
Bugün 17 yaşında olanlar, 1983'te doğdular.
Büyük şehirde büyüdülerse, ne kan kokusu bulaştı gençliklerine, ne tank sesi böldü uykularını... Duvarlar, sınırlar, tabular yıkıldı onlar için; okullar, barlar, internet cafeler açıldı.
Niye öyleyse bu "iç kanama"..?
Teoman, beni çarpan bir sözcükle yanıtlıyor soruyu:
"Köksüzüz" diyor, "...tutunacak hiçbir şeyimiz yok"
1990'larda yapılan bir araştırmada gençlerin çoğu, kendi durumlarını 10 yıl öncesine göre "daha kötü" olarak nitelemişlerdi. (İMV-SAM/1995)
Hep "bir kabus dönemi" olarak tanıdıkları "80 öncesi"nde bugünden "daha iyi" olan neydi ki?
Belki şu:
Onlar, doğru ya da yanlış, bir yere kök salmış; tutunmuşlardı.
Sokaklarda cellat kol gezerken bile, "rüzgar gülleri"nin ölüm esintileri yerine daha iyi bir yaşam umuduyla döndüğü bir dönemdi o...
"80 öncesindekiler belki toplumu kurtarma uğruna gençliğini tam yaşamadı, ama -yanlış yöntemler içerse de- dayanışma, heyecan ve paylaşma duygularıyla büyük bir toplum projesi uğruna çaba gösterdi. Şimdi ise kendisi için kendine eziyet eden bir kuşak var" diyor Hayri Kozanoğlu... (Yuppieler, Prensler ve Bizim Kuşak, İletişim, 1993) ve bugünün "kalpsiz kuşak"ını "Bildiği şair adı bilgisayar markasından az olanlar" diye tanımlıyor.
***
Bugün, hepimizin bildiği bütün hayatlar "paramparça" iken, piyasada bunca çeşitli aşk şarkısı olması, aslında aşkın kendisinin var olmamasından mı acaba..?
Belki de birileri Gorki'nin üniversitelisi gibi bizim adımıza, olmayan bir sevgiliye yazıyor bu satırları...
Ve biz stadyumlarda toplanıp o mısraları dinlerken, aşk varmış gibi yaparak ağlaşıyoruz...
...yaralı kalbimizin sökükleri dikilirken bir yandan...
Teoman'ın 2000 yılından kalma bir Best FM Röportajı !!
Spiker: Teoman Best FM'de bizlerle, hoşgeldin Teoman. Nasılsın?
Teoman: Merhabalar.
S: Biraz yorgun görünüyorsun ama sürekli, albüm, koşuşturma.
Teo: Çok yorgunum. Aslında sadece albüm değil, konserler var. 19 Mayısta Açık Hava Tiyatrosunda konserim var, onun provaları..
S: Ama yine de hem yorgun, hem keyifli bir ifade var Teoman'ın yüzünde.
Teo: Albüm bitti diye sanki bir irin atmış gibiyim, çok mutluyum fakat onun haricinde bitti denilen şeyler bitiyor ama ondan sonra başka şeyler başlıyor. Hepsi sevdiğim şeyler, sevdiğim şeyi yapıyorum.Onunla ilgili bütün yorgunluklar tatlı yorgunluk oluyor sonuçta..
S: 3 uğurlu da bir rakamdır, gerçi böyle uğurların var mı bilmiyorum ama.. Teoman'ın 2. albümden sonra çok daha ayrı bir yeri oldu. Bu 3. albümle iyice pekişti mi diyelim?
Teo: Umarım öyledir. Ben öyle birşey olmasını isterim.
S: İnan öyle çünkü her yerde albüm geldiğinden beri, ilk şarkı hemen beğenilmez. Öyle bir durum vardır. Önce biraz zaman geçer, insanlar alışmaya çalışır ama belki de çok uzun zamandır bekledikleri için böyledir bilmiyorum ama emin adımlarla..
Teo: (Spikerin sözünü keser : ) ) Ama iyi de parçalar var o yüzden çok beğenilmiştir (Gülüyor..)
S: Doğru. Peki sen ne düşünüyorsun, içine sindiğini biliyorum, yapmak istediğini yaptın. Ama Türk piyasasında istediğini yapan insanlar genellikle az satarlar. Böyle bir durum vardır. Çünkü istediği şeyin yapınca bunun halka ulaşmayacağını düşünürler. Yada ne bileyim, piyasa müziği diye bişey vardır. Önce onunla başlayıp, "bir gün ben istediğim müziği yapacağım" diye çok uzun zamanlar geçer ama sende hiç böyle birşey olmadı.
Teo: Bende biraz tersten gitti heralde. Yani açıkçası aslında bende öyle düşünüyordum. Diyodum ki"Benim istediğim şeyi yaparsam insanlar beni algılamazlar". Ama yapabileceğim bişey yoktu. Ben iyi taklit yapabilen bir insan değilim. Yapmak istediğim şeyi yapıyormuş taklidi yapamam. Yani mecburen dedimki "kendimi zorlamanın alemi yok, ben iyi taklitçi değilim en iyisi istediğim şeyi yapayım, beğenirlerse beğensinler.." Ondan sonrada bir de baktım ki insanlar benim zannettiğim gibi değillermiş, benim yaptığım şeyleri de beğenebilirlermiş Türkiye'de ve şimdi de halimden memnunum. İyi ki yanlış bir şey yapmamışım. Önce başka türlü şeyler yapıp da sonra dönerim iye düşünmemişim..
S: Evet. Artı bir de şey de var, mesela genel olarak bu ilk andan itibaren Teoman karşımıza çıktığından beri biraz içe dönük, kendi istediği gibi yaşayan, belki zaman zaman biraz soğuk ama ne yaptığının farkında olan biri ve hiç kimseye kendini sevdirmek için değişik şeylerde yapmadın. Bu çok önemli.
Teo: Bu"soğuk" çok sık duyduğum bişey oluyor (Gülüyor..)
S: Ama, çok kötü anlamda bir soğukluk değil. Çok soğuk olupta sevimli görünmeye çalışılabilir, o çok yapay durur. Tamamen kendi halinde, insanları yakalamayı başardın. Bunun gizi yada sırrı sadece sende mi, yoksa çok iyi bir ekip çalışması mı oldu yada etrafındaki insanlar mı çok..
Teo: (Spikerin sözünü keser..) Onun tam açık formülünü bilmiyorum.İnsanlar nasıl oldu da hani çokta sevilesi olmayan bir insanı sevdiler? (Gülüyor..) Yani ben o cıvıl cıvıl insanlardan, sevgi saçan çocuklardan falan değilim. Ben kendimle daha çok ilgiliyim. Belki de insanlar bir şekilde o anlamdaki bir iddiasızlığı seviyorlardır. Yani "hepiniz beni çok sevceksiniz, bende sizi çok seviyorum. Siz beni yaratın, bende sonra size saygılarımı sunarım" falan filan gibilerinden bir tavır varya herkeste.. Yani ben açıkçası onun çok samimi gözükmediğini de düşünüyorum. Yani öyle biraz evvel ki şeyden tekrar gireyim, taklit yapamayacağım için kendim olayım dedim..
S: Ve insanlar bunu da yakalıyor galiba. Bir de şey olayı var, şimdi bunu da belki yıllardır konuşuyorsun, anlatıyorsun belki bundanda sıkıldın. Türkiye'de rock müzik anlaşılıyor yada anlaşılmıyor yada kötü örnekleri var. Ama ben tam ortada falan gibi düşünüyorum seni. Yani çok uçtada değilsin ama yapmak istediğin müziği de yapıyorsun. Buna inan etrafta "pop-rock" diyen insanlar var. Yani seni dinleyen insanlar tam olarak bir isim veremiyorlar.
Teo: Valla isterlerse arabeskte diyebilirler (Gülüyor..) Önemli olan şey şarkıları sevsinler. Ben o kategorizasyonlara çok fazla inanmıyorum ama "pop-rock" açıkçası mantıklı birşey heralde, çünkü çok sert değil. İnsanların kafasındaki "rock" çok sertse benimki o kadarda sert değil. Gerçi konserlerde çok daha sertleşiyor ama birazda güçle ilgili birşey o, konserdeki atmosfer onu gerektiriyor falan ama albümleri 50 yaşındaki insanlarda dinleyebiliyorsa Türkiye'de, ki dinliyorlar, öyle bir dinleyici profiliminde olduğunu anlamış bulunuyorum ben artık, demekki çok da sert bir müzik yapmıyorum. Pop-Rock güzel bir kategorizasyon.
S: Peki, ilk dönemlerde, çünkü albüm piyasaya çıkmadan önce de sen müziğin içindeydin. Hep bi' albüm yapma fikri var mıydı yoksa ben müziğimi de yaparım, 10 kişide dinlese 100 bin kişide dinlese, alsınlar, vermek istediğimi algılasınlar mıydı?
Teo: Şimdi şöyle birşey var, ilk albüm formatına bürünmeden evvel ben kendi parçalarımı yapmaya başlamıştım. Kafamda da bir albüm fikri vardı. Onda da hemen hemen aynı şeyi düşünüyorsunuz. Ben kendi paramla yapıyordum demolarımı veya kayıtlarımı. Ben diyordum bunu bir albüm formatına dönüştürcem. O işi gerçek yapıyor. Realize ediyor. Fakat şimdi de öyle düşünüyorum, eskidende öyle düşünüyordum, kim dinlerse o dinler. Yani bazı şeyleri çok zorlamanın alemi yok. Bu işi sevmeyecek olan insanlara satıpta evlerinde bu albüm kalsın istemem ben. Bunu gerçekten sevecek olan insanlar ilk parçada anlasınlar. "Ya ben bunu eve ******ürürsem bu albümü severim" falan diye düşünsünler. Yani bize birkaç yüzbinlik satış yeter milyonluk satış yerine.
S: Peki, bu akşam konserinde var. İstanbuldaki ilk konserin bu.
Teo: Tabi, albüm için ilk konser. Aslında tüm Türkiye'yi düşününce de albümdeki hemen hemen bütün parçaları çalıcaz. Ben geçen hafta Ankara'da konser verdim, yeni albümden 3-4 tane parça çalabildim. İstanbuldaki diğer konserde, gece yaşamında eğlenmeye dönük olduğu için başka bir konser daha verdim ben ama yie 2-3 tane parça çalabildim. Bu albümdeki hemen hemen bütün parçaları 19 Mayıs'taki konserde çalıyorum.
S: Güzel. Bu arada çok özel parçalar var. Biri "Uykusuz Her Gece" diğeri benim için çok önemlidir "O yaz" Birisi çok sert olmuş, diğeri çok yumuşak. Ama ikiside çok özel bir şarkı. Son anda mı karar verdin?
Teo: Yok hayır, bi' kere "O Yaz" benim Türkçe parçalar çalarken en sevdiğim iki parçadan bitanesiydi. Bitanesi "Sen ve Ben"di Mazhar-Fuat-Özkan'dan diğeri de "O Yaz"dı. Ben Zerrin Özer parçası olarak bilirdim, kayıdı da vardı, çalardım da. Çokda duygulanırdım o parçada. Sonradan artık albüm yapıyorum, başkalarından o sevdiğim şarkıları, "Gemiler" gibi şarkıları alabildiğim için, bu albümde de dedim ki "benim çok sevdiğim o kadar şarkı var. "O Yaz" mesela, onu alayım. Başka bir forma büründüreyim. Şimdiye kadar hiç yapılmamış birşeyini yapayım." Şimdiye kadar dediğim, Zerrin Özer'in diye biliyordum birde öğrendim ki Bora Ayanoğlu'nun bestesiymiş ve zaten Zerrin Özer'i dinlerken "Ya bu eskilerden hatırladığım bi' parçaydı" dediğim bir parçaydı o, meğerse daha evvellerden Bora Ayanoğlu'ndan hatırlarmışım ben onu. Hatta aldım, çok da güzel bir yorumu var Bora Ayanoğlu'nun da. Ki Zerrin Özer'de çok güzel söylüyor. Onun ikisini de çok seviyorum artık. Bende dedim, "bunu alayım, başka bir forma büründüreyim, Teoman şarkısı yapayım artık."
S: Doğru, çok da güzel yapmışsın.
Teo: Teşekkür ederim.
S: Şarkıyı dinleyelim isterseniz, Teoman'la sohbetimiz devam edecek..
...
S: Bu arada reklam arasında da konuştuk. 17'ye mi klip çekeceksiniz dedim. Aslında bir ara hepsi olabilir dedin.
Teo: 17 düşünüyorduk, albüm çıkmadan evvel niyetimiz öyleydi. Önce bir Paramparça'ya çekeriz sonra da 17'ye çekeriz demiştik. Ama ben albümden beri plak şirketiyle o kadar seyrek görüşüyorum ki artık hala fikirlerimiz aynı mı bilmiyorum. O yüzden şimdi birşey söylemek için erken. Ama onların Haziran ayı içersinde çekmek gibi bir niyetleri var, büyük ihtimalle de 17 olacak. Fakat başka bir zorluk ortaya çıkıyor. Haziran ayı içersinde çekmek istiyorlar fakat benim öyle yoğun bir konser trafiğim var ki büyük ihtimalle biz çok zor bulacağız o klip için gerekli olan bir günü..
S: Neyse hayırlısı olsun. Zaten uzun bir süredir Paramparça'ya.. Ya albüm hakkaten çok güzel Teoman.
Teo: Teşekkür ederim.
S: Ve şarkılar, mesela ilk ben "Uykusuz Her Gece" çok özel bir şarkıdır. Herkesin sevdiği bir şarkı. Acaba insanlar sert bulabilir mi diye düşündüm ben ilk dinlediğimde. Ama inan başka bir durumda çok sert bulabilecek olmalarına rağmen ya şarkı çok iyi olduğu için yada sen söylediğin için o zıtlık hiç rahatsız etmiyor insanları.
Teo: Valla bende onu çok merak ediyorum. Hatta plak şirketi ilk dinlediğinde "Eyvah" dedi, "Ne kadar güzel bir hit parçası almıştın ama artık almışın, ne yapmışın, onu hiç bir radyo çalmıcak" falan dedi (Gülüyor..) Ondan sonra bende "Ne yapalım çalmasınlar ama biz onu öyle yaptık" dedim (Gülüyor..) Sonrasında ben radyocu arkadaşlara falan soruyorum, "Uykusuz Her Gece" sert oldu, siz çalıyor musunuz onu diyorum, onlarda diyor ki, kompliman tabi ki bu (Gülüyor..) "Teoman yapar da biz çalmaz mıyız!" (Gülüyor..)
S: Peki Teoman bu albümdeki şarkıları, çünkü birkaç şarkı hariç tüm şarkılar sana ait, daha önceki dönemlerde yaptığın şarkılar mı?
Teo: Aslında bu albümdeki parçalar, öbür albüm biterken başladı. En azından stüdyodaydım ben, stüdyonun son aşamalarında ben bu parçalara başladım. Yani en azından 2 senelik ömürleri var onların, 2 senedir yaşıyor o parçalar.
S: Bu enteresan bir durum aslında, genelde bütün müzikle uğraşan insanların yaşadığı bişey. Birşeyler yaşanıyor, bi kenarda kalıyor, aradan belki çok uzun zaman geçiyor, sonra tekrar gündeme geliyor.
Teo: Zaten öyle ilginç bişey ki o, bu duygular içinde geçerli, bir aşk şarkısı yapıyorsanız illa o dönemde aşık olmanız gerekmez. Eskiden olmuşsunuzdur, eski duygularınızı bi' düşünürsünüz, tekrardan onu hissedersiniz. O zamanda şak diye o parçalar çıkar. Ahmet Erhan'ın, çok güzel bir şairdir kendisi, geçen gün bir röportajını okudum. "En güzel aşk şiirlerimi hiç aşık olmazken yazdım." diyodu. Hakkatende bazen öyle şeylerde olabiliyor ama o duygularınızı hatırlayabilecek kudrette olmanız gerekiyor. Yani eskiden aşık olmuşunuzdur, unutmuşunuzdur, "yaa nasıl bişeydi" falan filan diye düşünürseniz aşk şarkısı falan yazamazsınız.
S: Peki, evini sever misin?
Teo: Evi çok seviyorum ben. Çok sıkıldığım zamanlarda oluyor ama yani seviyorum evi.
S: Yada yalnız kalmayı sever misin yada evde mi olur stüdyoda mı olur yada birden bire mi gelir?
(Arkada "Yarından Banane" çalmakta..)
Teo: Birincisi ben o kalabalıkta hiç birşey üretemiyorum. Benim evde yalnız olmam lazım. Hatta evde yalızsın eğer yan taraftan bir çekiç sesi geliyorsa ben yine birşey yapamam. O yüzden mümkün olduğunca gece, evde yalnızken falan yapmaya çalışıyorum bu parçaları. Ama şöyle de birşey var ki şarkı yapmak sizin için hiç bitmeyecek bir süreçse, hiç bitmeyen bir süreçse, o güne de yayılıyor. İsterseniz otobüse de binin, uçakla da gidin, orda göreceğiniz herşeyi aklınıza benim yaptığım gibi not defterine kaydediyorsunuz. Yani onlar şarkı yaptığınız bütün zamanlara denk geliyor yani 24 saat yapılıyor şarkı.
S: Doğru.. (Bi sessizlik olur) Bende çok biliyormuşum gibi doğru diyorum (Gülüyor..)
Teo: En azından bana katıldın, teşekkür ederim (Gülüyor..)
S: Peki bu albümde senin için çok çok önemli bir şarkı var mı?
Teo: Yaani.. Şey demek istemiyorum aslında, "Bunların hepsi benim için çok çok önemli" demek istemiyorum. Ama ben bunların hepsini bir şarkıymışçasına algılıyorum. Yani Paramparça; 17'den, Rüzgar Gülü'nden, Zamparanın Ölümü'nden, Süpriz'den farklı değil. Süpriz'in bi' yerinde birşey söylüyorsam büyük ihtimalle Gündüz Tarifesi'nde birşeye verilen cevaptır. Yani hep yaptığım şey. Ordan bir sözcüğü alıp başka bir parçaya koysanız sırıtmaz diye düşünüyorum ben. Onların hepsi benim şarkılarımsa, Teoman şarkısıysa eğer onlar doğruları söylemek zorunda. Mesela diyelim ki "Gündüz Tarifesi"nde "Çok da ciddiye almamalı, yaptıklarımız rol icabı.." diyorsam, "Süpriz"de de ona başka bi' şekilde cevap veriyorum. Diyorum ki "Çok şaka yaptıysam, aslında korktuğumdan" Yani ordaki şakalar, diyelim ki "İki Yabancı"da söylediğim, erkek orda biraz palavra atıyo', palavra sıkıyo' (Gülüyor..), kadında, Şebnem Ferah'ta, ona karşı doğruları söylüyor. Bunların hepsi bir şarkıymış gibi geliyor, özellikle seçemiyorum..
S: Birde albümde benim, bu aralar albümler çok fazla yok, hiç yok demeyim, hakkını yemeyim kimsenin ama, sanki bir insanın birşeyi yaşarsın, birşeyi hissedersin ve onu gizlersin. Belki gün içinde sende bunları gizlesen bile, şarkılarda inanılmaz bir açıklık var.
Teo: Umarım öyledir.
S: Kendini suçlayabiliyor, pişmanlığını anlatabiliyor, mesela "Paramparça"da ilk çalmaya başladığımızda insanlar hep bir bölümüne takılmıştı, "Babamın öldüğü yaştayım" sözüne takılmıştı. Özellikle o telesekreter olayı inanılmaz tuttu, yalnız onu söyleyeyim. Herkes "yaa bende telesekretere not bırakmayı bilmiyorum." Bu çok can alıcı ama çok küçük detaylar var.
Teo: Çok küçük detaylar ama hakkatende ben telesekretere insanların not bırakamadığını, birinci dereceden şahidim. Çünkü insanla birincisi ben evde telesekreterdeki sesi duyduktan sonra evde telefonu açarım ve ilk baştan şöyle şeyler hissederim hep, telefon çalıyor telesekreter çıkıyor insanlar telefonu kapatıyorlar. Tak diye 10 saniye sonra açıyorlar, o arada cesaretlerini toplayıp konuşuyorlar ve çokta güzel konuşamıyorlar açıkçası. Yani ilk seferinde telesektere mesaj bırakmak bir yetenek galiba. Bir tür beceri galiba. Ve çok kişide bırakamıyor. Bende dahil.
S: Evet bende.. Tabi çok yapay geliyor orda birinin olmadığını bilmek yada bilipte..
Teo: Ve ne söyleyeceğinide bilmiyorsun. Bazen bir "merhaba" demek istersin, sadece adını söylemek belki de daha mantıklı. Ben aradım o kadar. Yoksa anlamlı birşey kullanmaya veya güzel birşey söylenmeye çalışıldığında hakkaten telesekreter hem yapay bir alet, hemde yapay birşeyler söylemiş oluyorsunuz.
S: Birşey soracağım, bu çok kişisel bir merak. Sen eğer Türkiye'de olmasaydın, öyle bir his var içimde. Mesela Amerika'da dünyaya gelseydin, müzik değilde sinema acaba Teoman için daha önemli olur muydu?
Teo: Niye?
S: O da nerden çıktı, şarkılarında taa en başından beri birşeyinden çok etkilendiğini yada filmlerin çok önemli olduğunu falan..
Teo: Sadece öyle değil, filmlerden çok etkileniyorum tabi ben ama kaynaklar önemliyse o şeyler içerisinde, yani edebiyatta çizgi filminde, çizgi romanda, veya bir gazete haberide beni çok etkiliyor. Birşeyleri hep bir yerlere atıfta bulunurum ben, hep referanslarım vardır. ve iyi de hatırlıyorum, hafızamda o şeyde güçlüdür. İnsan isimlerini falan bilmem ama diyelimki çok sevdiğim bir roman kahramanının gittiği kahvede ne içtiğini falan hatırlarım ben. Böyle abuk sabuk şeylerim vardır. Bunlar real şeyler değil, hayatta yaşanmış şeyler değil ama benim için daha da gerçek geliyor. Yani beni hiç ilgilendirmeyen birinin birşeyini hatırlayacağıma, başka şeyleri hatırlıyorum ve onlardan etkilenmeye devam ediyorum. Film mesela onlardan birtanesi. Filmlerde gördüğüm şeyleri unutmam, eğer beni etkilemişlerse. Dediğim gibi romanlarda da öyledir. Hatta çizgi romanlardanda o derece etkilenirim. Şarkılardanda..
S: Genel olarak güzel olan şeyler etkiliyor.
Teo: Ve genel olarak güzel olan şeyler çokda hayattan değil de çok daha yapay şeylerden romanlardan, şarkılardan geçiyor. O yüzden ben onlarla yaşamayı tercih ederim.
S: Sinemaya nasıl bakıyorsun?
Teo: Sinemayı seviyorum ben ama sinemaya deliren bir takım izleyiciler vardır. Her filmi görürler ve hemen hemen her filmden de zevk alırlar. Ben öyle değilim. Müzikte de öyle deilim aslında. Ben çok az tür dinlerim. Bir sürü ismin farkını bile bilmem. İlgilenmemde onlarla. Sinema, edebiyat, müzik benim hep içlerinden bir parçasını aldığım alanlar. Sadece sevdiklerime bakarım, sevmediklerim konusunda da kendimi zorlamam. Ya bunlarda işte insanların onay verdiği şeyler, bunları da dinlemek lazım, jazz mazz gibi şeyler hiç öyle yapmam.
S: Peki oyuncu olarak teklif geliyordur sana?
Teo: Ben aslında oynadım bir filmde. Sinan Çetin'in filminde.
S: Hangisi?
Teo: "Romantik" filminde. Daha çıkmadı ama bir daha ki yıla çıkacak. Yasemin Kozanoğlu, Okan Bayülgen'le 3'ümüz başrolleri oynadık. O filmde çekildi, şimdi bir takım eksik planları var, onlarıda çekicez film tamamlanacak. Yani güzel bir deneyimdi.
S: Nedir senin rolün? Şarkıcı falan?
Teo: Ben kötü adamım (Gülüyor..) Yok şarkıcı değilim ama özellikle ben istedim. Önce Sinan Çetin benimle bağlantılı kurdu. Daha hiç bir cast belli değilken, Yasemin ve Okan belli değilken, benimle film çekmek istediğini söyledi. Sonra oturup konuştuk. Birbirimizi de sevdik, ben Sinan Çetin'i sevenler sa.fındayım yani (Gülüyor..) Sevmeyenlerde olduğunu bildiğimden söylüyorum.
S: Nasıl, biraz bahsetsene, kötü adam?
Teo: Yani ben dedim ki ona şimdi beni alıpta jön rollerinde oynatma, böyle harbi bitane kötü adam seçelim, hemde ben eğleniyim falan dedim. Yani bu "nedesiz kötüler" falan vardır, yani hiç bir nedeni yokken başkalarına kötülük falan yapar. Beni öyle bir karakter yap, elimde tabancalar falan olsun, hiç olmazsa çekerken eğleniriz falan dedim. Hakkatende öyle bir karaktere bürtündürdü o beni. Daha sonra karşıma da iyi insan olarak Okan Bayülgen'i çıkardı.
S: Sonra değişiyor musun sen, hep kötü mü kalıyorsun?
Teo: Hep kötü oluyorum. Ama sinan Çetin'in sonradan söylediği birşey var. "Ya sen kötüsün mötüsün ama aynı zamanda sempatikte duruyorsun filmde, e bende sana biraz neden bulayım, neden kötü olduğuna dair neden bulayım." dedi. Sonra beni birkaç gün çağırdı. Benim kötü olmama neden olan şeylerin çekimlerini yaptık birkaç günde. O kadar da kötü değilim artık (Gülüyor..)
S: Peki, izlerken kendini nasıl hissediyorsun. Müzikte çok daha farklı tabi.
Teo: İzlerken kendimi.. Ya birincisi müzikte ben o kadar iyi biliyorumki kendi sesimin nasıl çıkacağını, o kadar alışığım ki hiç bir şekilde şaşırmıyorum. Böyle çıkar, böyle olur falan filan diyorum. Ondan sonra, film çekmenin en güzel yanı insanın kendisini arkadan yandan falan görmesi (Gülüyor..) Aaa diyosun, benim kulağım böylemiymiş falan diyosun (Gülüyor..) Vay be, ensem baya çirkinmiş falan(Gülüyor..) Yani insan kendini daha yakışıklı zannediyor normal hayatta ama bi' bakıyosun filmde.. Ama yine de Sinan'da bende işte sonuçtan memnunuz. Sinan Çetin memnun, bende kendimi o kadar berbat hissediyodum ki sahnede, yani o film çekim esnasında, bir takım kurgusal şeylerle montajla falan, bir yönetmen bir yani hiç bişey bilmeyen bir oyuncuyu adam edebiliyor galiba. Şimdi seyrettiğim zaman açıkçası beğeniyorumda bir sürü sahneyi. Çünkü şöyle birşeyde var, baktımki rol yapamıyorum eh rol yapmayım bari bana ne söyleniyorsa..
S: İçindeki kötülüğü.. (Gülüyor..)
Teo: (Gülüyor..) Ya içimdeki, ben nasılsam öyle söyledim. Birini taklit edemeyeceğim için bende kötü Teoman nasıl konuşur, şöyle konuşur.. (Gülüyor..)
S: Kendin mi konuştun, canlı mı çekildi?
Teo: Canlı çekildi. Ya bilmiyorum belki sonra dublaja girmek gerekir, belki olmuyordur, belki hani o konuda en son olmaz başkaları seslendirir. Ama sesli çekildi film. Herkes kendi sesiyle oynuyor. Dediğim gibi bir takım teknik şeyler olursa dublaj yaparlar ama bir şarkıcının sesine dublaj yapılması komik geliyor bana. (Gülüyor..) Benim benim sesimle oynamam gerekiyor. Bilindik birşey çünkü, bilindik bir sese sahibim.
S: Hmm.. Peki atıyorum mesela 17 yaşındayken düşündüğün şeyler bugün yaşadıkların mıydı?
Teo: Aslında beklerimden daha iyisine sahibim şuanda ama şeyi anlıyorumki, herkes her yaşta mutluluk hayalleri kuruyor ve mutluluk hayallerinde gerçekleştirdikleri şeyler şunu olıyım bunu olıyım oluyor. Ben 17 yaşımda olmak istediğim kişiyim şuanda. Fakat 17 yaşımda beni mutlu edeceğini düşündüğüm şeyler şuan beni mutlu etmiyor. Ama eskiyi düşünüp "heh, tamam ya" diyorum, "ben bunları düşünüyodum, 17 yaşında bitane Teoman vardı, şunları istiyordu." Onları elde ettiğim içinde geçmişe gönderme yaparak mutlu olmaya çalışıyorum.
S: Peki, şimdi birşeyler elde ettikçe, basamakları çıktıkça, yukarda daha az basamak kalır ve şöyle bir durum var mıdır sende, çok başarılı olunca, çok insanın sevdiği olunca, mutlu olabileceği şeyler azalır gibi korkun var mı?
Teo: Yani aslında benim daha başka kaygılarım var, kendime yapacak iş bulamıyorum. Bir albüm yapıyorsunuz, konserler veriyorsunuz falan filan ama aynı zamanda çok yeni birşeyde yaşamak istiyorum ben. Şimdi düşünme safhasındayım, beni şu sıralar ne memnun eder falan diyip, çokta güzel cevaplar bulamıyorum kendime. Konserler tabi ki çok mutlu edici şeyler ama iki saat insanın tüm hayatına yayılacak bir süre değil. Yani 2000'de bir konser verecekseniz 48 saatlik yaşıyorsunuz ve 2 saat bana yetmiyor. İşte öbür tarafları, kafamı kurcalayacak şeyleri bulmaya ihtiyacım var. Onu da yakın zamanda bulmayı ümit ediyorum.
S: İnşallah.. Bu arada daldık sohbete, bu hangisiydi?
Teo: Bu Zamparanın Ölümü.
S: Bu nasıl oldu? Peki kendin mi düşündün?
Teo: Zamparanın Ölümü'nü mü? (Gülüyor..)
S: Yada ne bileyim, birisi, hiç tanımadığın birisi mi etkiledi?
Teo: Aslında şöyle birşey var. yani bunlar hep benim barlarda yaşadığım şeyler. O içinde anlattığım şeylerde benim, orda bahsettiğim 3. tekil kişilerde bazı zaman benim. Bu şarkıyı yazarken, diğerlerinde de öyle ama kafamda bir film vardı zaten. Böyle insan birkaç tane içki içtikten sonra hafiftende duygulanırsa hafiftende bişeyleri kaçırdığını düşünürse hayatta, hep yanındaki insanı baymaya başlar ya.. Yani en azından barlarda sık sık öyle olur. Biri sizle konuşmaya çalışır. Hayatını, aslında ne kadar iyi bir insan olduğunu ama tüm fırsatları kaçırdığını falan filan anlatır size, yada aslında elinde neler neler varmışta onların hepsini bir şekilde kaybetmiş veya kendisi sokağa atmış gibi şeylerden bahseder. Ben öyle bir karakteri anlatmaya çalıştım ama tabi ki her şarkı gibi bir sürü otobiyografik şeylerim var benim, aldığım tohumlar var. Zamparanın Ölümüne de yayıyorum onları. Ama ordaki kişi benden yaşça çok çok daha büyük ve barlarda çok sık gördüğüm insanlardan. Yani barlara takılmaya devam ediyor, 25 senedir 30 senedir.. (Gülüyor..) Ama ordan aldığı haz gitgide düşüyor fakat yerine koyacak başka bir güzel yaşam tarzıda bulamıyor. Hala aynı şeyleri yaşamaya devam ediyor. Şarkının başında ki o daha erken bir saat, kendisine dair umutları varken, daha mutluyken, şarkının sonunda o umutlarını da kaybediyor ve ordaki kadına yalvarıyor: "Çok yalnızım nolur, size gidelim mi?" diyor (Gülüyor..)
S: Peki hayat hem acı hem tatlı denir. Bu şarkılarında da kendini anlatıyorsun yada etrafında gördüklerini, yaşadıklarını. Acı olan tarafı sence daha mı çok?
Teo: Bence hayat hakkatende hüzünlü. Yani hayat bana çok trajik geliyor. Fakat onda bir takım karşı koyma yöntemleri var, en azından benim kendi kendime yarattığım şeyler var. Başkalarında da onu hissediyorum, onlarda yapmışlar. Eğer, yaşamı hüzünlü hissediyosanız, acı hissediyosanız içine ironi katarsınız. Acılarınıza da gülersiniz. Bu bi' takım şakalarla, nüktelerle, kendi kendine yaptığın şeylerle o hüznü kırmaya çalışıyorsunuz. Yani bende en azından bu şarkı formatı içinde düşününce yada hayatta kendi kendime yaptığım şeylerle düşününce o şakayla hüzünlü taraflarını kırmaya çalışıyorum.
S: Albümü bi yandanda incelerken hani o bütünlükten de bahsetmiştik ya, önce çok kötü bir anda "Paramparça" birden sanki bir anılara, geçmişe dönüş, güzel şeyler, acılar, karmaşa, tekrar güzel şeyler, en acısı belki zamparanın ölümü, en sonda da "Süpriz" var. Hayatta da aslında böyle galiba, herşeyin sonunda bir "Süpriz" ondan sonra tekrar bir başa dönüş..
Teo: Tekrar bir "Paramparça!"
(Arkada Paramparça çalmakta..)
S: (Gülüyor..) Tekrar "Paramparça"ya döndük. Evet arkadaşlar, gençlik bayramında, Teoman'la sohbetimiz devam ediyor. Teoman aslında çok alçak gönüllüsün. Albüm satışları hakkında da konuştuk Teomanla. Şuan hakkaten çok çok iyi gidiyor. Hatta bir numara.
Teo: Evet, bir numaraymış (Gülüyor..)
S: Çok uzak durmaya çalışıyor, yada ne bileyim..?
Teo: Birincisi, aslında öyle çokta alçak gönüllü falan değilim. yani hani olmak isterdim ama teşekkür ederim, değilim (Gülüyor..) Fakat benin o kendimi konumlamak bir yer varki, birincisi o tirajlar falan beni bir şekilde değiştirmesin veya ben onlarla ilgili konuşan kişi olmayayım. Benim yapmak istediğim şeyler vardı, ben onları yaptım. Şimdi başka bir yola girmek gerekiyor. Onlar konserler, video klipler falan.. Ben plak şirketi istiyor diye video klipleri yapan, dinleyiciler istiyor diye de konserleri yapan kişi olmak istiyorum. O yüzden plak şirketini memnun eden "aa biz şu kadar sattık, bu kadar sattık, inanamıyoruz, şöyle oldu, ilk hafta bu kadar sattık" gibi şeyleri pek fazla düşünmek istemiyorum ki değişmeyeyim.
S: Ben işimi yapayım diyosun.
Teo: Evet, yani yanlış şeyleri düşünmeyeyim demek istiyorum.
S: Tam olarak kaç yıl oldu, Papatya'dan beri?
Teo: Papatya'dan beri 4 sene oldu..
S: 4 Sene.. Ve bu zaman içinde de hayran kitlesi mi diyeyim. Bir kere bi' hayran kitlesi var birde çok ciddi bir dinleyici kitlesi var. Ben bunları ayırıyorum kendime göre, seni bilmiyorumda.. Kendini sorumlu hissediyor musun, çünkü çok genç bir kesim var. Bu tüm dünyada böyledir. Özel biri seçilir yada özel birileri vardır. Ve onların her yaptığı şey taklit edilir ve onların yolundan gitmeye çalışılır. Bana göre sende o kişilerden birtanesisin. Bu seni..
Teo: Açıkçası ben kendimi çok sorumlu hissetmiyorum. Sorumsuz biri olduğumdan ben öyle hissetmiyorum. İkincisi insan kendini gereğinden fazla sorumlu hissederse söylemek istediklerini de söyleyemeyebilir. Oto-kontrol yapar. Halbu ki ben istiyorum ki içimdekileri mümkün olduğunca çıplak, birşekilde söyleyim ve yapmak istediğim gibi de iyi müzik, güzel müzik yapayım.. Ama şöyle birşeyden de kaçınmak isterim tabi ki. Yaptığım yanlış birşey sanki yapılması gereken birşeymiş gibi insanların en azından bu albümlerimi dinleyen benim yaptıklarımı takip eden insanlarca sanki yapılması gereken birşeymiş gibi algılanırsa, çünkü yaptığım kötü şeylerde var benim, öyle bir duruma düşmek istemem. O yüzden de yaptığım şeyi çok etkilemiyorsa o söylediğim negatif taraflarımı pek göstermemeye çalışırım. Diyelim ki, örnek olarak veriyorum, sabah akşam içersiniz, herkesinde karşısına resim olarak veya televizyonlara sarhoş sarhoş çıkarsınız, bu çokta hoş birşey olmaz. Küçücük çocuklara çalıyorsunuz, benim 1,5 yaşında dinleyicilerimde var. Yani böyle olduğundan söylemiyorum, örnek olduğundan söylüyorum (Gülüyor..)
S: (Gülüyor..) Peki Teoman, özellikle 2. albümünde de çok dikkatimi çekti. Fotoğrafların çok özel..
(Burda kayıtta biraz sorun olmuş arkadaşlar : ) )
Teo: ...olsun diye bu fotoğraflar. Hatta kağıdı falanda. Bu albümün soundunu düşünürken ben, kafamda kurarken öncelikle fotoğraflar var şarkıları yaparken, o fotoğraflar hep eski filmlerdeki fotoğraflar gibi geliyor veya o eski filmlerdeki fotorğafları anlatırmış gibi düşünüyordum. Onları şarkı olarak yaptıktan sonra aranjman safhasına gelindiğinde istedim ki, eski şarkılar gibi duyulsunlar. O yüzden özellikle eski gitarlar bulmaya, eski amfiler bulmaya falan çalıştım. Onlar öyle bittikten sonra birde bakmışımki, istediğimi elde etmişim yani eski müzikmiş gibi duyuluyor. Ondan sonra artık cıvıl cıvıl, 2000 model bir kapak yapamazsınız ona. Onların bir 30 senelik belkide 40 senelik olması gerekiyordu. O yüzdende fotoğraf, fotoğrafçıyı bile seçerken Cemil Ağacıkoğlu çekti, çokda güzeldi siyah-beyaz. O yüzden kendi içinde tutarlı olsun istedim..
S: Evet ama özellikle bu kapak fotoğrafında çok hüzünlüsün. Hüzünlü ve birazda anlaşılmaz.
Teo: Zaten yüzümün yarısıda gölgede. Bu aslında çok ticari bir davranış değil. Plak şirketinin çok hoşuna gitmeyen davranışlar bunlar. Onlar genelde yüzün daha büyük olduğu, daha aydınlık olduğu ve dinleyiciye, izleyiciye bakan fotoğraflar istiyorlar. Ama benimde yapmak istediğim başka birşey var.
S: Ama o zaman bence yanılıyorlar biraz. Çünkü bunlar çok etkileyici. Çünkü müzikte de resimde de yada bir zamanda da hemen anlaşılan birşeyin hevesi çabuk kaçar ya.. Hemen çözdüğün birşeye 3 gün sonra tekrar dönmezsin.. Çünkü anlamışsındır ama eğer bu albümde sözlerde de var, çünkü bir şarkıyı dinledikten sonra, bir cümle yada bir kelime daha farklı şeyler ifade edebiliyor.
Teo: Ben aynı zamanda dinleyiciyim de ve onun farkındayım senin söylediğin şeylerin. Uzun yıllardır o kadar çok didiklerdim ki dinlediğim bir şarkıyı, acaba derdim bu şarkıcı hangi koşullarda yazdı aynı benim gibi mi hissediyor? O kişiyi kendime yakın hissederdim, isterdim ki o kişi benim arkadaşım olsun. Keşke derdim, ben şununla bi' muhabbet etseydim falan filan, bi' telefon çaksaydım ona, ama utangaçtım yapamazdım. İyi ki de yapmamışım, şimdi mesela öyle telefonlardan rahatsız oluyorum (Gülüyor..)Yani demekki şarkıcılar öyle şeyleri sevmiyorlarmış. Ama öyle hissederdim o minicik söze kitlenir kalırdım, günlerce onu düşünürdüm, ne kadar güzel yazmış, tam beni anlatmış falan filan diye düşünürdüm. Şimdi istiyorumki şarkı yazarken, beni dinleyenlerde desinler "hah ya, benim şu duyguma işaret ediyor. Tam benim istediğim gibi yazmış" falan desinler, ona dikkat ediyorum.
S: Peki 50 yaşına geldiğin zaman, oturup sakin sessiz, belki saçına biraz kırlar düşmüş olacak. O anda neler olduğunu düşünebilirsin. Yani sürekli bu böyle mi gidecek? Yalnız mısın aslında? Yalnız hisseder misin kendini? Yada o dönemlerde yalnız olacağından korkar mısın?
Teo: Yani umarım yalnız olmaz. Şarkıda öyle birşey var zaten, bir bar filozofundan bahsediyorum Zamparanın Ölümünde. Ordaki bar filozofu diyorki "Çok kadın hiç kadındır oğlum, yalnızlıktır sonu" falan diyor. Bunların genelde şan-şöhret meseleleriyle ilgilenen insanların muzdarip olduğu bir durum. Genelde hem kendilerini yalnız hissediyorlar onları yaparkne ki etraflarında insanlar olmasına rağmen, hemde işin en sonunda çokta yalnız kalıyorlar. Umarım öyle olmam. Ben yalnızlıktan çokta şikayetçi olan insanlardan değilim ama ilerki yaşlarda ümit ettiğim şey, olmak istediğim şey yalnızlık değilse yalnız kalmayı da istemem, umarımda kalmam.
S: İki Yabancı için ben bir klip çektim Teoman (Gülüyor..)
Teo: Çektin mi? (Gülüyor..)
S: Yok henüz fikir aşamasında ama sözlerine de çok sadık kalınarak..
Teo: Ben bulaşık mı yıkıyorum sürekli? (Gülüyor..)
S: Bulaşık değil de fırlatıyor olabilirsin o sinir anında, bak bu aklıma gelmemişti.
Teo: Sonra ölecek miyim?
S: Yok sonra uzun bir yolda rüzgar yüzüne vuruken kendini çok güçlü hissedip tıpkı eskisi gibi yoluna devame edeceksin.
Teo: Vay be! Ama gerçi...
Ve kayıt burda kesilir : ))
Teoman: Merhabalar.
S: Biraz yorgun görünüyorsun ama sürekli, albüm, koşuşturma.
Teo: Çok yorgunum. Aslında sadece albüm değil, konserler var. 19 Mayısta Açık Hava Tiyatrosunda konserim var, onun provaları..
S: Ama yine de hem yorgun, hem keyifli bir ifade var Teoman'ın yüzünde.
Teo: Albüm bitti diye sanki bir irin atmış gibiyim, çok mutluyum fakat onun haricinde bitti denilen şeyler bitiyor ama ondan sonra başka şeyler başlıyor. Hepsi sevdiğim şeyler, sevdiğim şeyi yapıyorum.Onunla ilgili bütün yorgunluklar tatlı yorgunluk oluyor sonuçta..
S: 3 uğurlu da bir rakamdır, gerçi böyle uğurların var mı bilmiyorum ama.. Teoman'ın 2. albümden sonra çok daha ayrı bir yeri oldu. Bu 3. albümle iyice pekişti mi diyelim?
Teo: Umarım öyledir. Ben öyle birşey olmasını isterim.
S: İnan öyle çünkü her yerde albüm geldiğinden beri, ilk şarkı hemen beğenilmez. Öyle bir durum vardır. Önce biraz zaman geçer, insanlar alışmaya çalışır ama belki de çok uzun zamandır bekledikleri için böyledir bilmiyorum ama emin adımlarla..
Teo: (Spikerin sözünü keser : ) ) Ama iyi de parçalar var o yüzden çok beğenilmiştir (Gülüyor..)
S: Doğru. Peki sen ne düşünüyorsun, içine sindiğini biliyorum, yapmak istediğini yaptın. Ama Türk piyasasında istediğini yapan insanlar genellikle az satarlar. Böyle bir durum vardır. Çünkü istediği şeyin yapınca bunun halka ulaşmayacağını düşünürler. Yada ne bileyim, piyasa müziği diye bişey vardır. Önce onunla başlayıp, "bir gün ben istediğim müziği yapacağım" diye çok uzun zamanlar geçer ama sende hiç böyle birşey olmadı.
Teo: Bende biraz tersten gitti heralde. Yani açıkçası aslında bende öyle düşünüyordum. Diyodum ki
S: Evet. Artı bir de şey de var, mesela genel olarak bu ilk andan itibaren Teoman karşımıza çıktığından beri biraz içe dönük, kendi istediği gibi yaşayan, belki zaman zaman biraz soğuk ama ne yaptığının farkında olan biri ve hiç kimseye kendini sevdirmek için değişik şeylerde yapmadın. Bu çok önemli.
Teo: Bu
S: Ama, çok kötü anlamda bir soğukluk değil. Çok soğuk olupta sevimli görünmeye çalışılabilir, o çok yapay durur. Tamamen kendi halinde, insanları yakalamayı başardın. Bunun gizi yada sırrı sadece sende mi, yoksa çok iyi bir ekip çalışması mı oldu yada etrafındaki insanlar mı çok..
Teo: (Spikerin sözünü keser..) Onun tam açık formülünü bilmiyorum.
S: Ve insanlar bunu da yakalıyor galiba. Bir de şey olayı var, şimdi bunu da belki yıllardır konuşuyorsun, anlatıyorsun belki bundanda sıkıldın. Türkiye'de rock müzik anlaşılıyor yada anlaşılmıyor yada kötü örnekleri var. Ama ben tam ortada falan gibi düşünüyorum seni. Yani çok uçtada değilsin ama yapmak istediğin müziği de yapıyorsun. Buna inan etrafta "pop-rock" diyen insanlar var. Yani seni dinleyen insanlar tam olarak bir isim veremiyorlar.
Teo: Valla isterlerse arabeskte diyebilirler (Gülüyor..) Önemli olan şey şarkıları sevsinler. Ben o kategorizasyonlara çok fazla inanmıyorum ama "pop-rock" açıkçası mantıklı birşey heralde, çünkü çok sert değil. İnsanların kafasındaki "rock" çok sertse benimki o kadarda sert değil. Gerçi konserlerde çok daha sertleşiyor ama birazda güçle ilgili birşey o, konserdeki atmosfer onu gerektiriyor falan ama albümleri 50 yaşındaki insanlarda dinleyebiliyorsa Türkiye'de, ki dinliyorlar, öyle bir dinleyici profiliminde olduğunu anlamış bulunuyorum ben artık, demekki çok da sert bir müzik yapmıyorum. Pop-Rock güzel bir kategorizasyon.
S: Peki, ilk dönemlerde, çünkü albüm piyasaya çıkmadan önce de sen müziğin içindeydin. Hep bi' albüm yapma fikri var mıydı yoksa ben müziğimi de yaparım, 10 kişide dinlese 100 bin kişide dinlese, alsınlar, vermek istediğimi algılasınlar mıydı?
Teo: Şimdi şöyle birşey var, ilk albüm formatına bürünmeden evvel ben kendi parçalarımı yapmaya başlamıştım. Kafamda da bir albüm fikri vardı. Onda da hemen hemen aynı şeyi düşünüyorsunuz. Ben kendi paramla yapıyordum demolarımı veya kayıtlarımı. Ben diyordum bunu bir albüm formatına dönüştürcem. O işi gerçek yapıyor. Realize ediyor. Fakat şimdi de öyle düşünüyorum, eskidende öyle düşünüyordum, kim dinlerse o dinler. Yani bazı şeyleri çok zorlamanın alemi yok. Bu işi sevmeyecek olan insanlara satıpta evlerinde bu albüm kalsın istemem ben. Bunu gerçekten sevecek olan insanlar ilk parçada anlasınlar. "Ya ben bunu eve ******ürürsem bu albümü severim" falan diye düşünsünler. Yani bize birkaç yüzbinlik satış yeter milyonluk satış yerine.
S: Peki, bu akşam konserinde var. İstanbuldaki ilk konserin bu.
Teo: Tabi, albüm için ilk konser. Aslında tüm Türkiye'yi düşününce de albümdeki hemen hemen bütün parçaları çalıcaz. Ben geçen hafta Ankara'da konser verdim, yeni albümden 3-4 tane parça çalabildim. İstanbuldaki diğer konserde, gece yaşamında eğlenmeye dönük olduğu için başka bir konser daha verdim ben ama yie 2-3 tane parça çalabildim. Bu albümdeki hemen hemen bütün parçaları 19 Mayıs'taki konserde çalıyorum.
S: Güzel. Bu arada çok özel parçalar var. Biri "Uykusuz Her Gece" diğeri benim için çok önemlidir "O yaz" Birisi çok sert olmuş, diğeri çok yumuşak. Ama ikiside çok özel bir şarkı. Son anda mı karar verdin?
Teo: Yok hayır, bi' kere "O Yaz" benim Türkçe parçalar çalarken en sevdiğim iki parçadan bitanesiydi. Bitanesi "Sen ve Ben"di Mazhar-Fuat-Özkan'dan diğeri de "O Yaz"dı. Ben Zerrin Özer parçası olarak bilirdim, kayıdı da vardı, çalardım da. Çokda duygulanırdım o parçada. Sonradan artık albüm yapıyorum, başkalarından o sevdiğim şarkıları, "Gemiler" gibi şarkıları alabildiğim için, bu albümde de dedim ki "benim çok sevdiğim o kadar şarkı var. "O Yaz" mesela, onu alayım. Başka bir forma büründüreyim. Şimdiye kadar hiç yapılmamış birşeyini yapayım." Şimdiye kadar dediğim, Zerrin Özer'in diye biliyordum birde öğrendim ki Bora Ayanoğlu'nun bestesiymiş ve zaten Zerrin Özer'i dinlerken "Ya bu eskilerden hatırladığım bi' parçaydı" dediğim bir parçaydı o, meğerse daha evvellerden Bora Ayanoğlu'ndan hatırlarmışım ben onu. Hatta aldım, çok da güzel bir yorumu var Bora Ayanoğlu'nun da. Ki Zerrin Özer'de çok güzel söylüyor. Onun ikisini de çok seviyorum artık. Bende dedim, "bunu alayım, başka bir forma büründüreyim, Teoman şarkısı yapayım artık."
S: Doğru, çok da güzel yapmışsın.
Teo: Teşekkür ederim.
S: Şarkıyı dinleyelim isterseniz, Teoman'la sohbetimiz devam edecek..
...
S: Bu arada reklam arasında da konuştuk. 17'ye mi klip çekeceksiniz dedim. Aslında bir ara hepsi olabilir dedin.
Teo: 17 düşünüyorduk, albüm çıkmadan evvel niyetimiz öyleydi. Önce bir Paramparça'ya çekeriz sonra da 17'ye çekeriz demiştik. Ama ben albümden beri plak şirketiyle o kadar seyrek görüşüyorum ki artık hala fikirlerimiz aynı mı bilmiyorum. O yüzden şimdi birşey söylemek için erken. Ama onların Haziran ayı içersinde çekmek gibi bir niyetleri var, büyük ihtimalle de 17 olacak. Fakat başka bir zorluk ortaya çıkıyor. Haziran ayı içersinde çekmek istiyorlar fakat benim öyle yoğun bir konser trafiğim var ki büyük ihtimalle biz çok zor bulacağız o klip için gerekli olan bir günü..
S: Neyse hayırlısı olsun. Zaten uzun bir süredir Paramparça'ya.. Ya albüm hakkaten çok güzel Teoman.
Teo: Teşekkür ederim.
S: Ve şarkılar, mesela ilk ben "Uykusuz Her Gece" çok özel bir şarkıdır. Herkesin sevdiği bir şarkı. Acaba insanlar sert bulabilir mi diye düşündüm ben ilk dinlediğimde. Ama inan başka bir durumda çok sert bulabilecek olmalarına rağmen ya şarkı çok iyi olduğu için yada sen söylediğin için o zıtlık hiç rahatsız etmiyor insanları.
Teo: Valla bende onu çok merak ediyorum. Hatta plak şirketi ilk dinlediğinde "Eyvah" dedi, "Ne kadar güzel bir hit parçası almıştın ama artık almışın, ne yapmışın, onu hiç bir radyo çalmıcak" falan dedi (Gülüyor..) Ondan sonra bende "Ne yapalım çalmasınlar ama biz onu öyle yaptık" dedim (Gülüyor..) Sonrasında ben radyocu arkadaşlara falan soruyorum, "Uykusuz Her Gece" sert oldu, siz çalıyor musunuz onu diyorum, onlarda diyor ki, kompliman tabi ki bu (Gülüyor..) "Teoman yapar da biz çalmaz mıyız!" (Gülüyor..)
S: Peki Teoman bu albümdeki şarkıları, çünkü birkaç şarkı hariç tüm şarkılar sana ait, daha önceki dönemlerde yaptığın şarkılar mı?
Teo: Aslında bu albümdeki parçalar, öbür albüm biterken başladı. En azından stüdyodaydım ben, stüdyonun son aşamalarında ben bu parçalara başladım. Yani en azından 2 senelik ömürleri var onların, 2 senedir yaşıyor o parçalar.
S: Bu enteresan bir durum aslında, genelde bütün müzikle uğraşan insanların yaşadığı bişey. Birşeyler yaşanıyor, bi kenarda kalıyor, aradan belki çok uzun zaman geçiyor, sonra tekrar gündeme geliyor.
Teo: Zaten öyle ilginç bişey ki o, bu duygular içinde geçerli, bir aşk şarkısı yapıyorsanız illa o dönemde aşık olmanız gerekmez. Eskiden olmuşsunuzdur, eski duygularınızı bi' düşünürsünüz, tekrardan onu hissedersiniz. O zamanda şak diye o parçalar çıkar. Ahmet Erhan'ın, çok güzel bir şairdir kendisi, geçen gün bir röportajını okudum. "En güzel aşk şiirlerimi hiç aşık olmazken yazdım." diyodu. Hakkatende bazen öyle şeylerde olabiliyor ama o duygularınızı hatırlayabilecek kudrette olmanız gerekiyor. Yani eskiden aşık olmuşunuzdur, unutmuşunuzdur, "yaa nasıl bişeydi" falan filan diye düşünürseniz aşk şarkısı falan yazamazsınız.
S: Peki, evini sever misin?
Teo: Evi çok seviyorum ben. Çok sıkıldığım zamanlarda oluyor ama yani seviyorum evi.
S: Yada yalnız kalmayı sever misin yada evde mi olur stüdyoda mı olur yada birden bire mi gelir?
(Arkada "Yarından Banane" çalmakta..)
Teo: Birincisi ben o kalabalıkta hiç birşey üretemiyorum. Benim evde yalnız olmam lazım. Hatta evde yalızsın eğer yan taraftan bir çekiç sesi geliyorsa ben yine birşey yapamam. O yüzden mümkün olduğunca gece, evde yalnızken falan yapmaya çalışıyorum bu parçaları. Ama şöyle de birşey var ki şarkı yapmak sizin için hiç bitmeyecek bir süreçse, hiç bitmeyen bir süreçse, o güne de yayılıyor. İsterseniz otobüse de binin, uçakla da gidin, orda göreceğiniz herşeyi aklınıza benim yaptığım gibi not defterine kaydediyorsunuz. Yani onlar şarkı yaptığınız bütün zamanlara denk geliyor yani 24 saat yapılıyor şarkı.
S: Doğru.. (Bi sessizlik olur) Bende çok biliyormuşum gibi doğru diyorum (Gülüyor..)
Teo: En azından bana katıldın, teşekkür ederim (Gülüyor..)
S: Peki bu albümde senin için çok çok önemli bir şarkı var mı?
Teo: Yaani.. Şey demek istemiyorum aslında, "Bunların hepsi benim için çok çok önemli" demek istemiyorum. Ama ben bunların hepsini bir şarkıymışçasına algılıyorum. Yani Paramparça; 17'den, Rüzgar Gülü'nden, Zamparanın Ölümü'nden, Süpriz'den farklı değil. Süpriz'in bi' yerinde birşey söylüyorsam büyük ihtimalle Gündüz Tarifesi'nde birşeye verilen cevaptır. Yani hep yaptığım şey. Ordan bir sözcüğü alıp başka bir parçaya koysanız sırıtmaz diye düşünüyorum ben. Onların hepsi benim şarkılarımsa, Teoman şarkısıysa eğer onlar doğruları söylemek zorunda. Mesela diyelim ki "Gündüz Tarifesi"nde "Çok da ciddiye almamalı, yaptıklarımız rol icabı.." diyorsam, "Süpriz"de de ona başka bi' şekilde cevap veriyorum. Diyorum ki "Çok şaka yaptıysam, aslında korktuğumdan" Yani ordaki şakalar, diyelim ki "İki Yabancı"da söylediğim, erkek orda biraz palavra atıyo', palavra sıkıyo' (Gülüyor..), kadında, Şebnem Ferah'ta, ona karşı doğruları söylüyor. Bunların hepsi bir şarkıymış gibi geliyor, özellikle seçemiyorum..
S: Birde albümde benim, bu aralar albümler çok fazla yok, hiç yok demeyim, hakkını yemeyim kimsenin ama, sanki bir insanın birşeyi yaşarsın, birşeyi hissedersin ve onu gizlersin. Belki gün içinde sende bunları gizlesen bile, şarkılarda inanılmaz bir açıklık var.
Teo: Umarım öyledir.
S: Kendini suçlayabiliyor, pişmanlığını anlatabiliyor, mesela "Paramparça"da ilk çalmaya başladığımızda insanlar hep bir bölümüne takılmıştı, "Babamın öldüğü yaştayım" sözüne takılmıştı. Özellikle o telesekreter olayı inanılmaz tuttu, yalnız onu söyleyeyim. Herkes "yaa bende telesekretere not bırakmayı bilmiyorum." Bu çok can alıcı ama çok küçük detaylar var.
Teo: Çok küçük detaylar ama hakkatende ben telesekretere insanların not bırakamadığını, birinci dereceden şahidim. Çünkü insanla birincisi ben evde telesekreterdeki sesi duyduktan sonra evde telefonu açarım ve ilk baştan şöyle şeyler hissederim hep, telefon çalıyor telesekreter çıkıyor insanlar telefonu kapatıyorlar. Tak diye 10 saniye sonra açıyorlar, o arada cesaretlerini toplayıp konuşuyorlar ve çokta güzel konuşamıyorlar açıkçası. Yani ilk seferinde telesektere mesaj bırakmak bir yetenek galiba. Bir tür beceri galiba. Ve çok kişide bırakamıyor. Bende dahil.
S: Evet bende.. Tabi çok yapay geliyor orda birinin olmadığını bilmek yada bilipte..
Teo: Ve ne söyleyeceğinide bilmiyorsun. Bazen bir "merhaba" demek istersin, sadece adını söylemek belki de daha mantıklı. Ben aradım o kadar. Yoksa anlamlı birşey kullanmaya veya güzel birşey söylenmeye çalışıldığında hakkaten telesekreter hem yapay bir alet, hemde yapay birşeyler söylemiş oluyorsunuz.
S: Birşey soracağım, bu çok kişisel bir merak. Sen eğer Türkiye'de olmasaydın, öyle bir his var içimde. Mesela Amerika'da dünyaya gelseydin, müzik değilde sinema acaba Teoman için daha önemli olur muydu?
Teo: Niye?
S: O da nerden çıktı, şarkılarında taa en başından beri birşeyinden çok etkilendiğini yada filmlerin çok önemli olduğunu falan..
Teo: Sadece öyle değil, filmlerden çok etkileniyorum tabi ben ama kaynaklar önemliyse o şeyler içerisinde, yani edebiyatta çizgi filminde, çizgi romanda, veya bir gazete haberide beni çok etkiliyor. Birşeyleri hep bir yerlere atıfta bulunurum ben, hep referanslarım vardır. ve iyi de hatırlıyorum, hafızamda o şeyde güçlüdür. İnsan isimlerini falan bilmem ama diyelimki çok sevdiğim bir roman kahramanının gittiği kahvede ne içtiğini falan hatırlarım ben. Böyle abuk sabuk şeylerim vardır. Bunlar real şeyler değil, hayatta yaşanmış şeyler değil ama benim için daha da gerçek geliyor. Yani beni hiç ilgilendirmeyen birinin birşeyini hatırlayacağıma, başka şeyleri hatırlıyorum ve onlardan etkilenmeye devam ediyorum. Film mesela onlardan birtanesi. Filmlerde gördüğüm şeyleri unutmam, eğer beni etkilemişlerse. Dediğim gibi romanlarda da öyledir. Hatta çizgi romanlardanda o derece etkilenirim. Şarkılardanda..
S: Genel olarak güzel olan şeyler etkiliyor.
Teo: Ve genel olarak güzel olan şeyler çokda hayattan değil de çok daha yapay şeylerden romanlardan, şarkılardan geçiyor. O yüzden ben onlarla yaşamayı tercih ederim.
S: Sinemaya nasıl bakıyorsun?
Teo: Sinemayı seviyorum ben ama sinemaya deliren bir takım izleyiciler vardır. Her filmi görürler ve hemen hemen her filmden de zevk alırlar. Ben öyle değilim. Müzikte de öyle deilim aslında. Ben çok az tür dinlerim. Bir sürü ismin farkını bile bilmem. İlgilenmemde onlarla. Sinema, edebiyat, müzik benim hep içlerinden bir parçasını aldığım alanlar. Sadece sevdiklerime bakarım, sevmediklerim konusunda da kendimi zorlamam. Ya bunlarda işte insanların onay verdiği şeyler, bunları da dinlemek lazım, jazz mazz gibi şeyler hiç öyle yapmam.
S: Peki oyuncu olarak teklif geliyordur sana?
Teo: Ben aslında oynadım bir filmde. Sinan Çetin'in filminde.
S: Hangisi?
Teo: "Romantik" filminde. Daha çıkmadı ama bir daha ki yıla çıkacak. Yasemin Kozanoğlu, Okan Bayülgen'le 3'ümüz başrolleri oynadık. O filmde çekildi, şimdi bir takım eksik planları var, onlarıda çekicez film tamamlanacak. Yani güzel bir deneyimdi.
S: Nedir senin rolün? Şarkıcı falan?
Teo: Ben kötü adamım (Gülüyor..) Yok şarkıcı değilim ama özellikle ben istedim. Önce Sinan Çetin benimle bağlantılı kurdu. Daha hiç bir cast belli değilken, Yasemin ve Okan belli değilken, benimle film çekmek istediğini söyledi. Sonra oturup konuştuk. Birbirimizi de sevdik, ben Sinan Çetin'i sevenler sa.fındayım yani (Gülüyor..) Sevmeyenlerde olduğunu bildiğimden söylüyorum.
S: Nasıl, biraz bahsetsene, kötü adam?
Teo: Yani ben dedim ki ona şimdi beni alıpta jön rollerinde oynatma, böyle harbi bitane kötü adam seçelim, hemde ben eğleniyim falan dedim. Yani bu "nedesiz kötüler" falan vardır, yani hiç bir nedeni yokken başkalarına kötülük falan yapar. Beni öyle bir karakter yap, elimde tabancalar falan olsun, hiç olmazsa çekerken eğleniriz falan dedim. Hakkatende öyle bir karaktere bürtündürdü o beni. Daha sonra karşıma da iyi insan olarak Okan Bayülgen'i çıkardı.
S: Sonra değişiyor musun sen, hep kötü mü kalıyorsun?
Teo: Hep kötü oluyorum. Ama sinan Çetin'in sonradan söylediği birşey var. "Ya sen kötüsün mötüsün ama aynı zamanda sempatikte duruyorsun filmde, e bende sana biraz neden bulayım, neden kötü olduğuna dair neden bulayım." dedi. Sonra beni birkaç gün çağırdı. Benim kötü olmama neden olan şeylerin çekimlerini yaptık birkaç günde. O kadar da kötü değilim artık (Gülüyor..)
S: Peki, izlerken kendini nasıl hissediyorsun. Müzikte çok daha farklı tabi.
Teo: İzlerken kendimi.. Ya birincisi müzikte ben o kadar iyi biliyorumki kendi sesimin nasıl çıkacağını, o kadar alışığım ki hiç bir şekilde şaşırmıyorum. Böyle çıkar, böyle olur falan filan diyorum. Ondan sonra, film çekmenin en güzel yanı insanın kendisini arkadan yandan falan görmesi (Gülüyor..) Aaa diyosun, benim kulağım böylemiymiş falan diyosun (Gülüyor..) Vay be, ensem baya çirkinmiş falan(Gülüyor..) Yani insan kendini daha yakışıklı zannediyor normal hayatta ama bi' bakıyosun filmde.. Ama yine de Sinan'da bende işte sonuçtan memnunuz. Sinan Çetin memnun, bende kendimi o kadar berbat hissediyodum ki sahnede, yani o film çekim esnasında, bir takım kurgusal şeylerle montajla falan, bir yönetmen bir yani hiç bişey bilmeyen bir oyuncuyu adam edebiliyor galiba. Şimdi seyrettiğim zaman açıkçası beğeniyorumda bir sürü sahneyi. Çünkü şöyle birşeyde var, baktımki rol yapamıyorum eh rol yapmayım bari bana ne söyleniyorsa..
S: İçindeki kötülüğü.. (Gülüyor..)
Teo: (Gülüyor..) Ya içimdeki, ben nasılsam öyle söyledim. Birini taklit edemeyeceğim için bende kötü Teoman nasıl konuşur, şöyle konuşur.. (Gülüyor..)
S: Kendin mi konuştun, canlı mı çekildi?
Teo: Canlı çekildi. Ya bilmiyorum belki sonra dublaja girmek gerekir, belki olmuyordur, belki hani o konuda en son olmaz başkaları seslendirir. Ama sesli çekildi film. Herkes kendi sesiyle oynuyor. Dediğim gibi bir takım teknik şeyler olursa dublaj yaparlar ama bir şarkıcının sesine dublaj yapılması komik geliyor bana. (Gülüyor..) Benim benim sesimle oynamam gerekiyor. Bilindik birşey çünkü, bilindik bir sese sahibim.
S: Hmm.. Peki atıyorum mesela 17 yaşındayken düşündüğün şeyler bugün yaşadıkların mıydı?
Teo: Aslında beklerimden daha iyisine sahibim şuanda ama şeyi anlıyorumki, herkes her yaşta mutluluk hayalleri kuruyor ve mutluluk hayallerinde gerçekleştirdikleri şeyler şunu olıyım bunu olıyım oluyor. Ben 17 yaşımda olmak istediğim kişiyim şuanda. Fakat 17 yaşımda beni mutlu edeceğini düşündüğüm şeyler şuan beni mutlu etmiyor. Ama eskiyi düşünüp "heh, tamam ya" diyorum, "ben bunları düşünüyodum, 17 yaşında bitane Teoman vardı, şunları istiyordu." Onları elde ettiğim içinde geçmişe gönderme yaparak mutlu olmaya çalışıyorum.
S: Peki, şimdi birşeyler elde ettikçe, basamakları çıktıkça, yukarda daha az basamak kalır ve şöyle bir durum var mıdır sende, çok başarılı olunca, çok insanın sevdiği olunca, mutlu olabileceği şeyler azalır gibi korkun var mı?
Teo: Yani aslında benim daha başka kaygılarım var, kendime yapacak iş bulamıyorum. Bir albüm yapıyorsunuz, konserler veriyorsunuz falan filan ama aynı zamanda çok yeni birşeyde yaşamak istiyorum ben. Şimdi düşünme safhasındayım, beni şu sıralar ne memnun eder falan diyip, çokta güzel cevaplar bulamıyorum kendime. Konserler tabi ki çok mutlu edici şeyler ama iki saat insanın tüm hayatına yayılacak bir süre değil. Yani 2000'de bir konser verecekseniz 48 saatlik yaşıyorsunuz ve 2 saat bana yetmiyor. İşte öbür tarafları, kafamı kurcalayacak şeyleri bulmaya ihtiyacım var. Onu da yakın zamanda bulmayı ümit ediyorum.
S: İnşallah.. Bu arada daldık sohbete, bu hangisiydi?
Teo: Bu Zamparanın Ölümü.
S: Bu nasıl oldu? Peki kendin mi düşündün?
Teo: Zamparanın Ölümü'nü mü? (Gülüyor..)
S: Yada ne bileyim, birisi, hiç tanımadığın birisi mi etkiledi?
Teo: Aslında şöyle birşey var. yani bunlar hep benim barlarda yaşadığım şeyler. O içinde anlattığım şeylerde benim, orda bahsettiğim 3. tekil kişilerde bazı zaman benim. Bu şarkıyı yazarken, diğerlerinde de öyle ama kafamda bir film vardı zaten. Böyle insan birkaç tane içki içtikten sonra hafiftende duygulanırsa hafiftende bişeyleri kaçırdığını düşünürse hayatta, hep yanındaki insanı baymaya başlar ya.. Yani en azından barlarda sık sık öyle olur. Biri sizle konuşmaya çalışır. Hayatını, aslında ne kadar iyi bir insan olduğunu ama tüm fırsatları kaçırdığını falan filan anlatır size, yada aslında elinde neler neler varmışta onların hepsini bir şekilde kaybetmiş veya kendisi sokağa atmış gibi şeylerden bahseder. Ben öyle bir karakteri anlatmaya çalıştım ama tabi ki her şarkı gibi bir sürü otobiyografik şeylerim var benim, aldığım tohumlar var. Zamparanın Ölümüne de yayıyorum onları. Ama ordaki kişi benden yaşça çok çok daha büyük ve barlarda çok sık gördüğüm insanlardan. Yani barlara takılmaya devam ediyor, 25 senedir 30 senedir.. (Gülüyor..) Ama ordan aldığı haz gitgide düşüyor fakat yerine koyacak başka bir güzel yaşam tarzıda bulamıyor. Hala aynı şeyleri yaşamaya devam ediyor. Şarkının başında ki o daha erken bir saat, kendisine dair umutları varken, daha mutluyken, şarkının sonunda o umutlarını da kaybediyor ve ordaki kadına yalvarıyor: "Çok yalnızım nolur, size gidelim mi?" diyor (Gülüyor..)
S: Peki hayat hem acı hem tatlı denir. Bu şarkılarında da kendini anlatıyorsun yada etrafında gördüklerini, yaşadıklarını. Acı olan tarafı sence daha mı çok?
Teo: Bence hayat hakkatende hüzünlü. Yani hayat bana çok trajik geliyor. Fakat onda bir takım karşı koyma yöntemleri var, en azından benim kendi kendime yarattığım şeyler var. Başkalarında da onu hissediyorum, onlarda yapmışlar. Eğer, yaşamı hüzünlü hissediyosanız, acı hissediyosanız içine ironi katarsınız. Acılarınıza da gülersiniz. Bu bi' takım şakalarla, nüktelerle, kendi kendine yaptığın şeylerle o hüznü kırmaya çalışıyorsunuz. Yani bende en azından bu şarkı formatı içinde düşününce yada hayatta kendi kendime yaptığım şeylerle düşününce o şakayla hüzünlü taraflarını kırmaya çalışıyorum.
S: Albümü bi yandanda incelerken hani o bütünlükten de bahsetmiştik ya, önce çok kötü bir anda "Paramparça" birden sanki bir anılara, geçmişe dönüş, güzel şeyler, acılar, karmaşa, tekrar güzel şeyler, en acısı belki zamparanın ölümü, en sonda da "Süpriz" var. Hayatta da aslında böyle galiba, herşeyin sonunda bir "Süpriz" ondan sonra tekrar bir başa dönüş..
Teo: Tekrar bir "Paramparça!"
(Arkada Paramparça çalmakta..)
S: (Gülüyor..) Tekrar "Paramparça"ya döndük. Evet arkadaşlar, gençlik bayramında, Teoman'la sohbetimiz devam ediyor. Teoman aslında çok alçak gönüllüsün. Albüm satışları hakkında da konuştuk Teomanla. Şuan hakkaten çok çok iyi gidiyor. Hatta bir numara.
Teo: Evet, bir numaraymış (Gülüyor..)
S: Çok uzak durmaya çalışıyor, yada ne bileyim..?
Teo: Birincisi, aslında öyle çokta alçak gönüllü falan değilim. yani hani olmak isterdim ama teşekkür ederim, değilim (Gülüyor..) Fakat benin o kendimi konumlamak bir yer varki, birincisi o tirajlar falan beni bir şekilde değiştirmesin veya ben onlarla ilgili konuşan kişi olmayayım. Benim yapmak istediğim şeyler vardı, ben onları yaptım. Şimdi başka bir yola girmek gerekiyor. Onlar konserler, video klipler falan.. Ben plak şirketi istiyor diye video klipleri yapan, dinleyiciler istiyor diye de konserleri yapan kişi olmak istiyorum. O yüzden plak şirketini memnun eden "aa biz şu kadar sattık, bu kadar sattık, inanamıyoruz, şöyle oldu, ilk hafta bu kadar sattık" gibi şeyleri pek fazla düşünmek istemiyorum ki değişmeyeyim.
S: Ben işimi yapayım diyosun.
Teo: Evet, yani yanlış şeyleri düşünmeyeyim demek istiyorum.
S: Tam olarak kaç yıl oldu, Papatya'dan beri?
Teo: Papatya'dan beri 4 sene oldu..
S: 4 Sene.. Ve bu zaman içinde de hayran kitlesi mi diyeyim. Bir kere bi' hayran kitlesi var birde çok ciddi bir dinleyici kitlesi var. Ben bunları ayırıyorum kendime göre, seni bilmiyorumda.. Kendini sorumlu hissediyor musun, çünkü çok genç bir kesim var. Bu tüm dünyada böyledir. Özel biri seçilir yada özel birileri vardır. Ve onların her yaptığı şey taklit edilir ve onların yolundan gitmeye çalışılır. Bana göre sende o kişilerden birtanesisin. Bu seni..
Teo: Açıkçası ben kendimi çok sorumlu hissetmiyorum. Sorumsuz biri olduğumdan ben öyle hissetmiyorum. İkincisi insan kendini gereğinden fazla sorumlu hissederse söylemek istediklerini de söyleyemeyebilir. Oto-kontrol yapar. Halbu ki ben istiyorum ki içimdekileri mümkün olduğunca çıplak, birşekilde söyleyim ve yapmak istediğim gibi de iyi müzik, güzel müzik yapayım.. Ama şöyle birşeyden de kaçınmak isterim tabi ki. Yaptığım yanlış birşey sanki yapılması gereken birşeymiş gibi insanların en azından bu albümlerimi dinleyen benim yaptıklarımı takip eden insanlarca sanki yapılması gereken birşeymiş gibi algılanırsa, çünkü yaptığım kötü şeylerde var benim, öyle bir duruma düşmek istemem. O yüzden de yaptığım şeyi çok etkilemiyorsa o söylediğim negatif taraflarımı pek göstermemeye çalışırım. Diyelim ki, örnek olarak veriyorum, sabah akşam içersiniz, herkesinde karşısına resim olarak veya televizyonlara sarhoş sarhoş çıkarsınız, bu çokta hoş birşey olmaz. Küçücük çocuklara çalıyorsunuz, benim 1,5 yaşında dinleyicilerimde var. Yani böyle olduğundan söylemiyorum, örnek olduğundan söylüyorum (Gülüyor..)
S: (Gülüyor..) Peki Teoman, özellikle 2. albümünde de çok dikkatimi çekti. Fotoğrafların çok özel..
(Burda kayıtta biraz sorun olmuş arkadaşlar : ) )
Teo: ...olsun diye bu fotoğraflar. Hatta kağıdı falanda. Bu albümün soundunu düşünürken ben, kafamda kurarken öncelikle fotoğraflar var şarkıları yaparken, o fotoğraflar hep eski filmlerdeki fotoğraflar gibi geliyor veya o eski filmlerdeki fotorğafları anlatırmış gibi düşünüyordum. Onları şarkı olarak yaptıktan sonra aranjman safhasına gelindiğinde istedim ki, eski şarkılar gibi duyulsunlar. O yüzden özellikle eski gitarlar bulmaya, eski amfiler bulmaya falan çalıştım. Onlar öyle bittikten sonra birde bakmışımki, istediğimi elde etmişim yani eski müzikmiş gibi duyuluyor. Ondan sonra artık cıvıl cıvıl, 2000 model bir kapak yapamazsınız ona. Onların bir 30 senelik belkide 40 senelik olması gerekiyordu. O yüzdende fotoğraf, fotoğrafçıyı bile seçerken Cemil Ağacıkoğlu çekti, çokda güzeldi siyah-beyaz. O yüzden kendi içinde tutarlı olsun istedim..
S: Evet ama özellikle bu kapak fotoğrafında çok hüzünlüsün. Hüzünlü ve birazda anlaşılmaz.
Teo: Zaten yüzümün yarısıda gölgede. Bu aslında çok ticari bir davranış değil. Plak şirketinin çok hoşuna gitmeyen davranışlar bunlar. Onlar genelde yüzün daha büyük olduğu, daha aydınlık olduğu ve dinleyiciye, izleyiciye bakan fotoğraflar istiyorlar. Ama benimde yapmak istediğim başka birşey var.
S: Ama o zaman bence yanılıyorlar biraz. Çünkü bunlar çok etkileyici. Çünkü müzikte de resimde de yada bir zamanda da hemen anlaşılan birşeyin hevesi çabuk kaçar ya.. Hemen çözdüğün birşeye 3 gün sonra tekrar dönmezsin.. Çünkü anlamışsındır ama eğer bu albümde sözlerde de var, çünkü bir şarkıyı dinledikten sonra, bir cümle yada bir kelime daha farklı şeyler ifade edebiliyor.
Teo: Ben aynı zamanda dinleyiciyim de ve onun farkındayım senin söylediğin şeylerin. Uzun yıllardır o kadar çok didiklerdim ki dinlediğim bir şarkıyı, acaba derdim bu şarkıcı hangi koşullarda yazdı aynı benim gibi mi hissediyor? O kişiyi kendime yakın hissederdim, isterdim ki o kişi benim arkadaşım olsun. Keşke derdim, ben şununla bi' muhabbet etseydim falan filan, bi' telefon çaksaydım ona, ama utangaçtım yapamazdım. İyi ki de yapmamışım, şimdi mesela öyle telefonlardan rahatsız oluyorum (Gülüyor..)Yani demekki şarkıcılar öyle şeyleri sevmiyorlarmış. Ama öyle hissederdim o minicik söze kitlenir kalırdım, günlerce onu düşünürdüm, ne kadar güzel yazmış, tam beni anlatmış falan filan diye düşünürdüm. Şimdi istiyorumki şarkı yazarken, beni dinleyenlerde desinler "hah ya, benim şu duyguma işaret ediyor. Tam benim istediğim gibi yazmış" falan desinler, ona dikkat ediyorum.
S: Peki 50 yaşına geldiğin zaman, oturup sakin sessiz, belki saçına biraz kırlar düşmüş olacak. O anda neler olduğunu düşünebilirsin. Yani sürekli bu böyle mi gidecek? Yalnız mısın aslında? Yalnız hisseder misin kendini? Yada o dönemlerde yalnız olacağından korkar mısın?
Teo: Yani umarım yalnız olmaz. Şarkıda öyle birşey var zaten, bir bar filozofundan bahsediyorum Zamparanın Ölümünde. Ordaki bar filozofu diyorki "Çok kadın hiç kadındır oğlum, yalnızlıktır sonu" falan diyor. Bunların genelde şan-şöhret meseleleriyle ilgilenen insanların muzdarip olduğu bir durum. Genelde hem kendilerini yalnız hissediyorlar onları yaparkne ki etraflarında insanlar olmasına rağmen, hemde işin en sonunda çokta yalnız kalıyorlar. Umarım öyle olmam. Ben yalnızlıktan çokta şikayetçi olan insanlardan değilim ama ilerki yaşlarda ümit ettiğim şey, olmak istediğim şey yalnızlık değilse yalnız kalmayı da istemem, umarımda kalmam.
S: İki Yabancı için ben bir klip çektim Teoman (Gülüyor..)
Teo: Çektin mi? (Gülüyor..)
S: Yok henüz fikir aşamasında ama sözlerine de çok sadık kalınarak..
Teo: Ben bulaşık mı yıkıyorum sürekli? (Gülüyor..)
S: Bulaşık değil de fırlatıyor olabilirsin o sinir anında, bak bu aklıma gelmemişti.
Teo: Sonra ölecek miyim?
S: Yok sonra uzun bir yolda rüzgar yüzüne vuruken kendini çok güçlü hissedip tıpkı eskisi gibi yoluna devame edeceksin.
Teo: Vay be! Ama gerçi...
Ve kayıt burda kesilir : ))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)